
Joseph O'Neill'in 2008 yılında yayımlayıp, 2009 yılında kurgu dalında PEN/Faulkner ödülü alan kitabı
Hollanda 11 Eylül sonrası New York'undaki atmosferi bir Avrupalı'nın gözünden anlatıyor. Yazar O'Neill yarı İrlandalı yarı Türk; kitabın baş karakteri Hans van den Broek (Kitabın bir yerinde yanlış yazımı yüzünden bir hayli uğraşmak zorunda kaldığı isminin tamamı: Johannus Franciscus Hendrikus van den Broek) ise İngiltere'den A.B.D.'ye gelmiş bir Hollandalı.
Kitabın baş karakteri Hans New York'taki hayatı ya da 11 Eylül'ü değerlendirirken olabildiğince tarafsız diyebiliriz. Muhalefet görevi ise eşi Rachel'a verilmiş. 11 Eylül'ün bir komplo olduğunu düşünen, New York'un tekinsiz atmosferinden tedirgin olan ve şehri çocuk büyütmek için uygun bulmayan Rachel, küçük oğullarını alıp ailesinin yanına İngiltere'ye gidiyor. Hans ise Rachel'in peşinden gidemeyecek kadar umutsuz bir hareketsizlik içerisinde hayatı akışına bırakıyor. Chelsea Oteli'nde otelin birbirinden ilginç sakinleriyle birlikte yaşamaya ve işine gitmeye devam ediyor. Bu arada Mehmet Taşpınar isimli, melek kostümüyle gezen, yarı kaçık bir Türk de ara sıra kendisine eşlik ediyor ama esas hayata tutunmasına yardım eden kişi Chuck Ramkinssoon adlı bir kriket tutkunu.
Eşinin kendisini terk etmesiyle birlikte Hans ve Chuck daha çok vakit geçirmeye başlıyor. Hans üzgün olduğu zamanlarda Chuck onu arabasına alıyor ve kendisini bazı yerlere götürmesini istiyor. Chuck genelde göçmenlerin ya da Afro-Amerikalılar'ın ilgi duyduğu ve pek de popüler olmayan kriketi saygın bir spor haline getirmek için çalışıyor. En büyük hayali ise bir kriket sahası açmak. Hayallerini gerçeğe dönüştürmek için şirket kuruyor, bir sürü insanla görüşüyor ve tüm bu görüşmelere giderken Hans da ona eşlik ediyor. Bir gün Chuck'ın aslında sandığı kadar masum biri olmadığını öğreniyor. Zaten kitap Chuck'ın ölümü ile başlayıp tüm süreci baştan sona anlatıyor.
Kendi adıma kriket sporu hakkında pek bir bilgim yoktu. Kitap sayesinde bu sporu daha yakından tanıdım. Özellikle Chuck'ın ağzından dökülen cümleler hem kriketi hem de bu tarz kuralları olan diğer sporları farklı bir bakış açısıyla değerlendirmek açısından oldukça zihin açıcı. Buyurunuz:
"Trobriand Adası Papua Yeni Gine'nin bir parçasıdır," dedi Chuck bir profesör edasıyla. "İngiliz misyonerler buraya vardıklarında, yerli kabileler sürekli savaşarak birbirlerini öldürüyorlardı. Misyonerler ne yaptılar? Onlara kriket öğrettiler. Bu taş devri adamlarını alıp kriket topu ve kriket sopaları vererek kurallı ve hakemli bir oyun öğrettiler. İnsanlardan karmaşık kural ve düzenlere uymalarını mı istiyorsun? Yoğunlaştırılmış demokrasi kursu gibi bir şeydir bu.
Gerçi futbolun kendisine milyonlarca taraftar bulduğu yurdumuzda kimse yazılı ve yazılı olmayan kurallara uymak konusunda pek çaba göstermiyor. Kimbilir futbol kuralları yeterince katı değildir belki de. Bu yüzden de acilen kriketi yaygınlaştırmak belki çözüm olabilir.
Çağdaş Amerikan edebiyatı daha uzun seneler 11 Eylül'ü konu ederler diye düşünüyorum. Çünkü çoğu eser konuyu merkezine almasa bile illa ki ucundan kıyısından olayla ilgi kuruyor.
Son olarak bir kitabın çevirisinin ne kadar önemli olduğuna değineceğim. Yukarıdaki kısa alıntıdan da fark edebileceğiniz gibi kitap, anlatım bozukluklarından, düşük ve anlamsız cümlelerden nasibini bir hayli almış. Bu noktada kitabevlerinin kaliteyi sağlamak adına daha titiz olmaları gerektiğini düşünüyorum...