31 Ekim 2014 Cuma

Nur Baba - Yakup Kadri Karaosmanoğlu

Yakup Kadri Karaosmanoğlu'nun, 1921 yılında Akşam gazetesinde tefrika olarak yayımlanan eseri sonradan kitap haline getirilmiştir. Yakup Kadri, bir Bektaşi tarikatının iç yüzünü anlattığı kitabı yüzünden zamanında bir hayli tepki çekmiştir. Bu yüzden de kitabın başında yazarının ağzından iki adet açıklama (İzahat) bulunmaktadır. İlk açıklamasında iki yüzyıl önce tarikat dışındakilere de açık olan ayinlerin Yeniçeri Ocağı'nın kaldırılmasını takiben yer altına inerek daha gizli bir hal aldığını ve insanların ilgisini ve merakını çektiğini, bu yüzden de hakkında çeşit çeşit söylentiler uydurulduğunu yazıyor Yakup Kadri. Hatta buna ilaveten halk tarafından varolduğu düşünülen şeylerin olmadığını, yazdığı kitap ile Cem ayinlerinin hakiki içeriğini sunarak kitabın Bektaşi ocağına hizmet dahi ettiğini öne sürüyor. Oysa anlattığı dergahın yozlaşması romanı karşısında tepki çekmesi gayet normal. Bunun için de kendini şöyle savunmaktadır yazar: Ananeden yetişmiş hakiki ve samimi Bektaşiler'in, dergahlarının Nur Baba yazıldığı zamanki durumu karşısında içleri kan ağlamaktadır. Yakup Kadri ise kitabı vesilesiyle sorunu tayin ettiğini ve düzeltmeye nereden başlamak gerektiğini göstermektedir. Ve tabi tüm karakterler hayal ürünüdür. Yakup Kadri ikinci izahında ise romana yapılan eleştirileri ve Nur Baba'yı sadece Halide Edip'in bir roman olarak değerlendirdiğini yazar ve meseleyi Bektaşilik tarafından alanlara artık cevap vermeyeceğini belirtir.

Gelelim kitabın konusuna. Nur Baba, Afif Baba dergahının başı Afif Baba çocuğu olmadığı için bir Anadolu gezi si sonrasında eve dönerken Nuri isminde bir çocuğu alır eve getirir. Öldükten sonra Afif Baba'nın yerini alan Nuri, Nur Baba olur ve üvey annesi Celile Hanım'la da evlenir. Ayinleri Nur Baba yönetmekte, Celile ise adeta müdür edasıyla organizasyonları yapmaktadır. Fakat artık ayinler ruhani ve manevi törenlerden ziyade sazlı sözlü içkili alemler halini almıştır. Nur Baba'nın gözdesi olmak çok önemlidir ve dergahta kıdem sebebidir. İstanbul'un eski ve namlı ailelerinden birine mensup olup, ailesi tarafından yıllar önce dışlanan Kanlıcalı Ziba Hanımefendi Nur Baba'nın son gözdesidir. Ama Nur Baba Ziba Hanım'dan maddi anlamda alacağı her türlü bağışı, parayı almış ve gözünü onun yeğeni olan daha genç Nigar Hanım'a dikmiştir. Nigar Hanım, Ziba Hanım'ın da marifetiyle dergaha davet edilir. Daha sonra ise bir türlü yakasını kurtaramaz. Nur Baba, dergah mensupları aracılığıyla olsun, kendisi serenat yapmak suretiyle olsun, Nigar Hanım'ı kendisinin ona olan aşkına inandırır. Tüm çevresini, ailesini bırakan Nigar Hanım, bir maceraya atılarak dergahta Nur Baba'nın gözdesi olur. Nur Baba, sinsi, şeytani bir karakterdir ve aklı fikri kadınlar ile paradadır. Amacı günden güne dergahı zenginleştirmektir. Bunun için hiç hoşlanmadığı ihtiyar bir kadına gitmekten bile geri durmaz.

Fikrimce kitapta olanlar her dergahta, toplulukta olabilecek olaylar. İnsan faktörü devreye girdiğinde her şeyi beklemek mümkün. Özellikle bir kişinin yüceltildiği ve demokrasinin olmadığı ortamlarda böylesi manzaralar bana gayet olası görünüyor. Dergah ismi belirtmek yerine isimler soyut kalsaydı bu tarz problemler hiç olmazdı diye düşünüyorum. Ben kitabı siyasi tartışmalarını kenara koyarsak gayet güzel ve akıcı buldum. Üstelik de bir hayli Osmanlıca sözcük kullanılmış olmasına rağmen. Şu anda Sodom ve Gomore'yi okuyorum Yakup Kadri'den. Onun dili Nur Baba'ya göre çok daha sade ve Türkçe.

30 Ekim 2014 Perşembe

Leyla'nın Evi - Zülfü Livaneli

Zülfü Livaneli'nin okuduğum üçüncü kitabı Leyla'nın Evi (Diğerleri Engereğin Gözü: http://dopinglibaykus.blogspot.com.tr/2013/05/engeregin-gozu-zulfu-livaneli.html ve Son Ada) okuduklarım arasında en az beğendiğim daha doğrusu beğenmeyip hayrete düştüğüm bence skandal kitabı. Tiyatro oyunu da oynanan kitap, Leyla Bosnalı adında Paşa torunu yaşlı bir hanımın evinden çıkarılması etrafında yaşananları konu alırken mülkünden olmayı merkeze oturtuyor.

Bir zamanlar ailesine ait olan ve yaşanan talihsizlikler sonucu elden çıkarılmak zorunda kalınan Bosnalı yalısının müştemilatında yaşayan Leyla, yalının yeni sahipleri tarafından dolandırıcılıkla evinden atılır. Mahallelinin çok sevdiği Leyla, dışarıda kalmış ve evini geri almak üzere mücadele etmeye karar vermiştir. Mahalleden esnafın oğlu gazeteci Yusuf, Leyla'yı Cihangir'deki bekar evine götürmeye ikna eder ve buradaki insanlarla kaynaşan Leyla'nın, şimdiye dek izole bir şekilde sürdürdüğü yaşamına yeni renkler katılır. Leyla'nın anne babasının acıklı öyküsü, yalının lanetine hem de Leyla'nın tek başına sürdürdüğü yalnız yaşamına sebep olmuştur. Yusuf'un ev arkadaşı, Almanya'dan gelen asi ruhlu Türk kızı hip hopçı Rukiye (Roxy) başta Leyla'nın gelmesine karşı çıkar fakat onu tanıdıkça ona karşı hisleri değişir ve Leyla'yı çok sever. Bu arada kitaptaki kötülüğün neredeyse yegane sebebi ise yalının yeni sahipleri Ömer ve Necla çiftidir. Dolandırıcılık yapmaktan çekinmeyen acımasız iş adamı Ömer ve sonradan görme Necla, Leyla'yı dalavereyle gözlerini kırpmadan evden atıverirler. Ömer'in babası Ali Yekta bey ise başka bir yalıda uşak olarak çalışan, kaç nesildir de uşaklık yapan bir aileden gelmektedir. Ömer'i ise efendi olması için canla başla yetiştirmiş, boşandığı eşiyle giden iki kız çocuğunu sormak aklına bile gelmemiş beyefendi(!) bir insandır. Leyla'nın evine yeniden kavuşma mücadelesi sürecinde birçok insanın hayatı değişecektir. Kitap günümüzde geçmekte fakat İstanbul'un işgal yıllarına, Rukiye'nin ilk gençlik yıllarına geri dönüşler yapmaktadır.

Kitabı neden beğenmediğime gelince:
1. Her fırsatta Mustafa Kemal Atatürk'ün yaptığı devrimlere çamur atması, arkasından da yan çizip aslında aksini iddia ediyormuş gibi yapması.
2. İstanbul'a sonradan göç eden yerleşenleri alenen aşağılaması. Bu kişilerden Dağlılar olarak bahsedilmesi.
3. Kötülüğün sebebinin milliyetçi bir asker, sonradan görme çift ve Dağlılar olarak gösterilmesi, asillerin, Paşa torunlarının hep yol yordam bilen görgülü bilgili insanlar olmaları. Kısacası tespit yapma, eleştirel olma adına kitapta bol bol aşağılama yapılması.

Bir iki örnek vererek somutlaştırayım:

Sayfa 194: "Ali Yekta Bey Leyla Hanım'ın "saraylı" edasından çok etkilenmiş, heyecanlanmış, eski günleri bulduğu düşüncesine kapılmıştı. Ne de olsa böylelerine pek sık rastlanmıyordu artık. 'Hele İstanbul'u milyonlarca Anadolu köylüsü bastığından beri', diye düşündü, 'Rumeli asilzadeleri geçmişe ait birer süs haline geldiler.'"

Evet, Anadolulu olmak köylülük, ıyk iğrenç bir şey; oysa Rumeli'de doğmak, oralı olmak harika ve asilzade olmak demek. Irkçı ve elitist söylemler gırla gidiyor kitapta. Günümüz gençleri örneğin pek bir eğitimsiz, niye biliyor musunuz? Yalıda yetişip, özel hocalardan ders alamadıkları için böyle gariban kalmışlar.

Sayfa 169: "Leyla bazen, böyle bir devrimin Avrupa'da yapılıp yapılamayacağını düşünürdü. Mesela Fransa'yı bir yılda sarık takma mecburiyetine, Arap alfabesine, Şark müziğine ve Osmanlı adetlerine geçmeye zorlamak mümkün müydü?
Aklı böyle bir şeyin olabilirliğini reddediyordu ama Türkiye'de olmuştu işte."

Bunların üstüne Leyla hafifçecik bir pişmanlık hissi duyar ama şu üstte yazılanlar için değil şapka devrimiyle ilgili atıp tuttuğu için, meğer bunu Atatürk'ten hoşlanmayan tiyatrocu gençlerin hoşuna gidebilmek için söylemiş. Gururu hayattaki en önemli şeyi olan Leyla, insanlarla kaynaşmak için böyle davranmış. Ama sonra Leyla'nın bakışını öğreniriz. Mustafa Kemal'in kendi ailesinde her zaman saygıyla anıldığını okuruz hatta Atatürk'ün okul yıllarına dair bir anıyı da okuruz. Ki o da ayrı bir tartışma konusu, sanki Kurtuluş savaşı yaşanmasaydı da, Mustafa Kemal yine de Cumhuriyet'i ilan edecekti sonucu çıkaran bir anıdır bu. Burada Leyla eski dönemi temsil eden bir karakter olarak geçmişe ait olup, o dönemin değerlerinin günümüzde değiştiği verilmek isteniyor desek de ben bu verilişi o kadar iyi niyetli bulmadım. Yani bunu ifade etmenin yolu bu değil ama bu ifadenin vermek istediği başka mesajlar varmış gibi geldi bana.

Açıkçası önde olup bitene, melodram havasındaki olaylara kendinizi kaptırmak istiyorsanız tamam ama alttan alta habire tekrarlanan aşağılamalar, Türk toplumunu sınıfsallaştırmalar, şapka devriminden harf devrimine Cumhuriyet'e geçişle ilgili şikayetler okumak gerçekten rahatsız edici. Ayrıca konu olarak da çok çekici olduğunu söyleyemem, çabuk okunmasına rağmen trajik anlatıları sevmiyorum ben. Bir de kitabın sonunda olan olayı cidden çok zorlama buldum. Ali Yekta Bey'i daha farklı tanıtsa belki bir zemine oturabilirdi fakat hem çok beyefendi olarak tanıtılan, şöyle iyi böyle iyi denilen, hem de akıl almaz işler yapan bir karakter inandırıcı değildi.

Bunlar kitabın bana düşündürdükleri, karar okuyucunun...

27 Ekim 2014 Pazartesi

Tanrı İmparatorluğu ve Türkiye - Ramazan Kağan Kurt(oğlu)

Ramazan Kağan Kurtoğlu'nu ilk olarak Habertürk'teki Öteki Gündem programında tanıdım. Kendisi İstanbul Ticaret Üniversitesi'nde akademisyen, uzmanlık alanı ise finans fakat Hollywood filmlerinden, gizli tarikatlere kadar pek çok konuda bilgili bir kişi. Zaten bir kez izleyince diğer programlarda da takip etmeye başlıyorsunuz. Pelin Çift, Erhan Altunay ve Ramazan Hoca'nın birlikte olduğu programlar benim için izlemesi en keyifli şeylerin başında geliyor.

Tanrı İmparatorluğu ve Türkiye kitabı Ramazan Hoca'nın ilk okuduğum kitabı. En kısa zamanda hem kendisinin diğer kitaplarını hem de tavsiye ettiği kitapları okumayı umuyorum. A.B.D.'de tanıştığı Evanjelistler'in Ortadoğu'daki hedeflerinin Türkiye'yi nasıl etkilediğine dair bir kitap Tanrı İmparatorluğu. Kitabın başında alıntıladığı Alvin Toffler'in sözleri çok etkileyici: "21. yüzyılın cahilleri, okuma yazma bilmeyenler olmayacak. Öğrenmeyi, öğrendiğini unutmayı ve yeniden öğrenmeyi bilmeyenler olacak."

Ramazan Hoca, kitabında Ortadoğu topraklarında üçüncü dünya savaşının hazırlıklarının başladığını, gerek Yahudi, gerek Hıristiyan bir kısım insanın mesih beklentisinde olduğunu ve bu kişilerin mesihin gelişinden sonra bin yıllık bir refah imparatorluğunun başlayacağına inandıklarını belirtiyor. Bu arada bu bir kısım dediğimiz insanların sayısı yüz milyonları buluyor ve medya, para, bankalar gibi birçok güç de bu kişilerin ellerinde. O yüzden Hollywood filmleri ve popüler şarkıcıların klipleri sembollerden geçilmiyor. Bu durumda mesihin karşısında olması beklenen Anti-christ'ın, Müslümanlar, Yecüc ve Mecüc olarak anılan kötü güçlerin ise Türkler olduğuna inanıldığını ve bizi Edom'dan yani Anadolu'dan kovmayı amaçladıklarını belirtiyor.

Kitapta semavi dinler ve onların sonradan nasıl bozuldukları da anlatılıyor. Normalde hiç ilgimi çekmeyen bu konular çok akıcı olarak ele alınmış. Mesih gelmeden önce birtakım kehanetlerin gerçekleşmesi gerekiyor. Bunların adım adım nasıl kurgulandığından ve olması için uğraşıldığından
bahsediliyor. Tüm bunların gerçekleşmesi için Türkiye üzerine oynanan oyunlar, dinin bu hain emellere alet edilmesi söz konusu.

Bu arada kitap bir bilgi okyanusu gibi. Türkiye'nin madenlerinden, Teksas'taki tarikatlara kadar birçok yan olay da konuya eklemlenerek büyük resim oluşturuluyor. Gizli örgütler, psikolojik savaş, HAARP teknolojisi, uçak kazaları ve öldürülen bilim insanlarımız, Türkiye tarihinde finansal dışa bağımlılık, vs. o kadar çok şey var ki kitapta, bir solukta okuyor ve telaşa kapılıyorsunuz. Ramazan Hoca enseyi karartmamak gerektiğini ve okumamız gerektiğini söylüyor bize her fırsatta. Bir de Kur'an'da yedi yüz ayette geçen "Siz aklınıza danışmaz mısınız?" sözlerini tekrarlıyor. Böyle bir coğrafyada olup, cahil kalmak çok büyük lüks, her birimizin ekonomi, din ve ezoterik tarihi yalayıp yutması ise farz. Çünkü Ramazan Hoca'nın da dediği gibi sosyopolitik olayların deney laboratuvarı yoktur; bunları anlamak için tarihe bakmak gerekir. Ekonomi, din ve ezoterizmi ise tarihi akışı içinde bütün olarak ele almak gerekir. Birini dahi ayırarak tarihin akışını anlayamazsınız diyor hocamız.

İyi okumalar...

Erguvaniler "Türkiye'de İktidar Doğanlar" - Tayfun Er

Tayfun Er'in 2007 tarihli Erguvaniler kitabı, daha önce Yalçın Küçük, Soner Yalçın gibi araştırmacı yazarlar tarafından ortaya atılana benzer bir tezi ortaya koyan, incelikli bir çalışma ürünü. Erguvaniler kitabının ana konusu, Türkiye'nin Osmanlı zamanında Tanzimat ile başlayıp, İttihat ile devam eden Türkiye Cumhuriyeti döneminde de aynı şekilde varlığını koruyan iktidar ilişkileri.
Dahası Tayfun Er, sağcısıyla, solcusuyla, milliyetçisiyle, komünistiyle, liberaliyle söz konusu üç dönemde iktidarda olup köşe başlarını tutanların, tüm farklı ideolojilerin savunucularının, temelde, dallanıp budaklanan bir büyük sülalenin mensubu olduklarını iddia ediyor. Bunu da oligarşinin şu belirleyici unsurları etrafında araştırmalarını çerçeveleyerek sunuyor:
1. Aileden Gelen Güç
2. Evlilikle Kazanılan Güç
3. Okul
4. İş Ortaklığı
5. Masonluk

Servet-i Fünun dergisi yazar ve şairlerinin aile ilişkileri ile başlayan akrabalık ilişkileri diğer birçok bölümde de tekrar değinilen iç içe geçmiş bir bütünün bir ucunu oluşturuyor. Genelde Fevziye Işık Mektepleri, bazen de Boğaziçi Lisesi oligarşinin okulu, Bilgi Üniversitesi ise üniversiteleri ama oligarşinin çoğu da yurt dışında eğitim almış. Kitabın temel tezi eğer bu aileye mensupsanız hak etmeseniz de bir şekilde yolunuz açılıyor. Aile dışından olmanız ise ne kadar çabalarsanız çabalayın belli makamlara asla ulaşamayacaksınız(örneğin dış işleri bakanlığı), belli makamlara da ulaşmak için bir oligarşi mensubuna göre kırk kat daha fazla çaba göstermek zorundasınız demek.

Tayfun Er kitabın başında da belirttiği gibi bu ilişkileri insanları umutsuzluğa düşürüp, hepten her şeyi bırakmaya sevk etmek için değil belli bir bilinç ve mücadele oluşturmak için yazmış. Aralarda gerek felsefeye gerekse fizik teorilerine girerek oligarşinin karmaşık ilişkilerinin daha anlaşılır olması için onu bilimsel bir çerçeveye oturtmuş. İlişkilerin izini ise gazetelerin ölüm ilanlarında, Aşiyan Mezarlığı başta olmak üzere mezarlıkların belirli adalarında sürmüş.

Gerek tarih bilgim gerekse sosyete magazin bilgim pek fazla olmadığı için isimlerin çoğu bana yabancıydı fakat çok iyi bilinen isimlerin de umulmadık akrabalık ilişkileri hayrete düşürtecek cinstendi. Örneğin Rahşan Ecevit ile Aydın Boysan'ın kuzen olmaları, Bülent Ecevit'le Can Yücel'in bir ara ev arkadaşı olmaları, Metin Arolat'ın Mevlana'nın 23. kuşak torunu olması, Hıncal Uluç'la Ahmet Taner Kışlalı'nın kuzen olmaları, Emin Çölaşan'ın dedesinin mason olması, vs.

Benim tavsiyem kitabı okuyup aydınlanma yaşamanız. Şu şunun akrabası, şu şununla evli, şu şunun bacanağı şeklinde ilerleyen kitabı okurken zaman zaman ipin ucu kaçıyor. Tayfun Er kitabın başında anmaya gerek olmayan üyeler de olduğu için aile ağacı yapmaktan kaçındığını yazmış fakat bence bu kitap kesinlikle görsel şemalarla desteklenmesi gereken bir kitap. Gerçi ilişkiler çok iç içe olduğu için şema olarak da karışık olacağını tahmin ediyorum ama yine de görsellerin ilişkileri daha rahat anlaşılır kılacağını da düşünüyorum.

Kitaba eleştirilerim ise, birincisi milliyetçiliği bela olarak tanımlaması. Şu an emperyalist kapitalizmin önündeki son kalelerin ulus devletler olduğunu düşünürsek milliyetçiliğe nasıl bela diyebiliriz. Bir ulusu oluşturan en önemli unsurlardan birisi, olmazsa olmazı milliyetçiliktir. İkincisi, insanların akrabalık ilişkilerini kuru kuruya okumak pek bir şey ifade etmiyor. Aralara birkaç noktada yedirilmiş rüşvet skandalları vardı tamam, fakat genel olarak bu ilişkilendirme sayıca çokken bu ilişkilerin sonuçları sayıca daha cılız kalmış. Bir de bu aile her dönem iktidar ve güç odağı iken oligarşi mensubu üyelerin suikastlere kurban gitmesine de bir şekilde değinmek, başka güç odaklarının da varlıklarını ortaya koymak gerekir. Belki yazarın devam kitaplarında vardır bu konular onu bilemem ama bu aile her şeyi kontrol ediyor, her yerde onlar var deyip sonra da öldürülen oligarşi üyelerinin durumlarını görmezden gelmek kitabın eksikleri kanımca.