24 Kasım 2014 Pazartesi

Sırf Anarşi - Woody Allen

İlk olarak Ateşten Gömlek'e başlayıp, bitiremeyip yarım bırakınca çerez niyetine Woody Allen'ın bu kitabına başladım. Gerçi bu da sonlara doğru elimde bir hayli süründü ya neyse.
Şimdi Woody Allen'ı özel hayatı sebebiyle (Evlatlık kızıyla evlenmesi) eleştirsem de birkaç filmini (Deconstructing Harry, Match Point, vs.) beğenirim. Sırf Anarşi kitabı, ironik ve absürt öykülerden oluşuyor. Bazıları güzel, bazılarıysa vasat. Birkaçı ise gerçek ama gerçek olamayacak derecede absürt gazete ve dergi kupürlerine ithafen kaleme alınmış eleştirel öyküler. Sonuç itibarıyla şezlonga uzanıp okumalık bir kitap diyeyim.
Kitabın içindeki beğendiğim öyküler şunlar:
1. Tandır Fidyesi (Sinema sektöründe hayal kırıklığına uğrayan bir oyuncunun hikayesi:)
2. Pantolon Çok Kokulu Olmuş, Sam (İsmi tekrar çal Sam'i anımsatan öykü kitabın en iyisi olmasa da en akılda kalanı bence:)
3. Satılık Kalem (Bir yazarın hazin öyküsü:)
4. Kültür-Fizik, Zehirli Sarmaşık, Son Montaj (Mektuplardan oluşan bu öykü sanırım en beğendiğim öyküydü:)
5. Çok Şükür, Sattım! (Cin bir fikrin haber kupürü üzerine yazılan öykünün konusu tam bizim ülkemize göre:)
6. Reddedilme (Bu da bir diğer en beğendiğim öykü oldu, çocukları popüler bir ana okulunca reddedilen ailenin dramı:)
Açıkçası kitabın 105. sayfasından sonrası beni hiç açmadı.
Bütün öyküleri beğenmişsin sen de diye düşünüyorsanız kitapta toplam 18 öykü vardı ve 1/3'ünü beğendim.

13 Kasım 2014 Perşembe

Sodom ve Gomore - Yakup Kadri Karaosmanoğlu

Bu ara 1900'lü yılların başlarında yazılmış kitaplara takmış durumdayım. Sürekli yeni çıkan kitapları okumaktan eskilere sıra bir türlü gelmiyordu. Bir mola verip eskiye dönmeye ve Türk Edebiyatı'nda eksik kalmış kısımları tamamlamaya karar verdim. Önceleri bu dönemin kitaplarının sıkıcı olacağını düşünüyordum; ne var ki Peyami Safa'nın Yalnızız kitabını okuduktan sonra fikrim tamamen değişti. (Okumayanlar için Yalnızız zaman ötesi ve evrensel bir kitap diyebilirim, ben çok beğendim.) Yakup Kadri'nin Sodom ve Gomore'den önce okuduğum Nur Baba kitabı hakikaten çok akıcı bir kitaptı. Maalesef Sodom ve Gomore için aynı şeyi söyleyemeyeceğim. Belki de kitaptaki karakterlerin her biri birbirinden gıcık olduğu için böyle hissettim bilemiyorum. İşgal dönemi İstanbul'unu anlattığı için de ruhumu sıkmış olabilir.
Kitabın ismi Tevrat'ta geçen ve yaşanan ahlaksızlıklar sonucunda Tanrı'nın yerle bir ettiği iki şehrin isminden geliyor. Yakup Kadri işgal dönemi İstanbul'unu yaşanan ahlaksızlıklar yüzünden bu iki şehre benzetiyor. Kitaba göre bu çirkinliklerin sebebi ise işgal kuvvetleri.

Kitabın ana karakterleri:
Captain Jackson Read: Yakışıklı ve soğuk İngiliz zabiti. Sosyetenin göz bebeği. Bir levanten olan Madam Jimson'ın eski sevgilisi. Sami Bey'in kızı Leyla'nın yakın markajında olan İngiliz askeri.
Leyla: Captain Jackson Read'e ilgi gösteren ve bunu yapmaya sosyetede gösteriş yapmak için kalkışan, aynı zamanda kuzeni Necdet ile nişanlı olan alafranga Türk kızı. Yılışık davranışları ile yüz karası olan insan müsveddesi.
Necdet: Kuzeni Leyla'ya tutkulu bir aşkla bağlı olan genç. Captain Jackson Read ile Leyla arasındaki samimiyeti bozmaya gücü yetmeyen aciz aşık.
Captain Marlow: İstanbul'a işi için değil de macera yaşamak için gelmiş gibi duran yüksek rütbeli asker, Türk delikanlıların hayranı gay. Mutluluğu kısa bir süreliğine Azize Hanım'ın kocası Atıf Bey'de bulur.
Major Will: Yeniköy'deki villasında eskiden dua edilen mabedi bambaşka fonksiyonla (fantezi ürünlerle donatmak suretiyle) konuklarına hizmete sunan yoz.
Madam Jimson: Eşi ölüm döşeğindeyken parti verecek kadar kalpsiz, eşinin ölümü sonrası sefahat yatıyla dört beş aşığıyla birlikte tuhaf bir hayat yaşayan bir başka yoz.

Kitap yukarıda bahsedilen kişilerin garip ilişkilerini anlatır. İşi gücü parti ve dedikodu yapmak olan bu insanlar, şehir işgal altındayken İngilizler'e yalakalanır ve bundan çıkar sağlamaya çalışır. Yakup Kadri kitabında bu monden (kitapta çokça geçen ve sosyete yerine kullanılan sözcük) yaşam tarzlarını eleştirir. Kitabın sonunda işgal güçlerine karşı zafer kazanıldığındaysa bu yoz insanlar ne yapacaklarını şaşırırlar.

Günümüzde maalesef bu tarz ilişkileri ve böyle davranan insanları sıkça görüyoruz. Batıya yalakalık bazılarının genine işlemiş sanırım. Tez zamanda kurtulmak gereken bir hastalık bu, Yakup Kadri çok güzel analiz etmiş. Çok hızlı gitmeyen bir kitap, verdiği sıkıntıdan olduğunu düşünüyorum, yine de okumakta fayda var.

İyi okumalar.

31 Ekim 2014 Cuma

Nur Baba - Yakup Kadri Karaosmanoğlu

Yakup Kadri Karaosmanoğlu'nun, 1921 yılında Akşam gazetesinde tefrika olarak yayımlanan eseri sonradan kitap haline getirilmiştir. Yakup Kadri, bir Bektaşi tarikatının iç yüzünü anlattığı kitabı yüzünden zamanında bir hayli tepki çekmiştir. Bu yüzden de kitabın başında yazarının ağzından iki adet açıklama (İzahat) bulunmaktadır. İlk açıklamasında iki yüzyıl önce tarikat dışındakilere de açık olan ayinlerin Yeniçeri Ocağı'nın kaldırılmasını takiben yer altına inerek daha gizli bir hal aldığını ve insanların ilgisini ve merakını çektiğini, bu yüzden de hakkında çeşit çeşit söylentiler uydurulduğunu yazıyor Yakup Kadri. Hatta buna ilaveten halk tarafından varolduğu düşünülen şeylerin olmadığını, yazdığı kitap ile Cem ayinlerinin hakiki içeriğini sunarak kitabın Bektaşi ocağına hizmet dahi ettiğini öne sürüyor. Oysa anlattığı dergahın yozlaşması romanı karşısında tepki çekmesi gayet normal. Bunun için de kendini şöyle savunmaktadır yazar: Ananeden yetişmiş hakiki ve samimi Bektaşiler'in, dergahlarının Nur Baba yazıldığı zamanki durumu karşısında içleri kan ağlamaktadır. Yakup Kadri ise kitabı vesilesiyle sorunu tayin ettiğini ve düzeltmeye nereden başlamak gerektiğini göstermektedir. Ve tabi tüm karakterler hayal ürünüdür. Yakup Kadri ikinci izahında ise romana yapılan eleştirileri ve Nur Baba'yı sadece Halide Edip'in bir roman olarak değerlendirdiğini yazar ve meseleyi Bektaşilik tarafından alanlara artık cevap vermeyeceğini belirtir.

Gelelim kitabın konusuna. Nur Baba, Afif Baba dergahının başı Afif Baba çocuğu olmadığı için bir Anadolu gezi si sonrasında eve dönerken Nuri isminde bir çocuğu alır eve getirir. Öldükten sonra Afif Baba'nın yerini alan Nuri, Nur Baba olur ve üvey annesi Celile Hanım'la da evlenir. Ayinleri Nur Baba yönetmekte, Celile ise adeta müdür edasıyla organizasyonları yapmaktadır. Fakat artık ayinler ruhani ve manevi törenlerden ziyade sazlı sözlü içkili alemler halini almıştır. Nur Baba'nın gözdesi olmak çok önemlidir ve dergahta kıdem sebebidir. İstanbul'un eski ve namlı ailelerinden birine mensup olup, ailesi tarafından yıllar önce dışlanan Kanlıcalı Ziba Hanımefendi Nur Baba'nın son gözdesidir. Ama Nur Baba Ziba Hanım'dan maddi anlamda alacağı her türlü bağışı, parayı almış ve gözünü onun yeğeni olan daha genç Nigar Hanım'a dikmiştir. Nigar Hanım, Ziba Hanım'ın da marifetiyle dergaha davet edilir. Daha sonra ise bir türlü yakasını kurtaramaz. Nur Baba, dergah mensupları aracılığıyla olsun, kendisi serenat yapmak suretiyle olsun, Nigar Hanım'ı kendisinin ona olan aşkına inandırır. Tüm çevresini, ailesini bırakan Nigar Hanım, bir maceraya atılarak dergahta Nur Baba'nın gözdesi olur. Nur Baba, sinsi, şeytani bir karakterdir ve aklı fikri kadınlar ile paradadır. Amacı günden güne dergahı zenginleştirmektir. Bunun için hiç hoşlanmadığı ihtiyar bir kadına gitmekten bile geri durmaz.

Fikrimce kitapta olanlar her dergahta, toplulukta olabilecek olaylar. İnsan faktörü devreye girdiğinde her şeyi beklemek mümkün. Özellikle bir kişinin yüceltildiği ve demokrasinin olmadığı ortamlarda böylesi manzaralar bana gayet olası görünüyor. Dergah ismi belirtmek yerine isimler soyut kalsaydı bu tarz problemler hiç olmazdı diye düşünüyorum. Ben kitabı siyasi tartışmalarını kenara koyarsak gayet güzel ve akıcı buldum. Üstelik de bir hayli Osmanlıca sözcük kullanılmış olmasına rağmen. Şu anda Sodom ve Gomore'yi okuyorum Yakup Kadri'den. Onun dili Nur Baba'ya göre çok daha sade ve Türkçe.

30 Ekim 2014 Perşembe

Leyla'nın Evi - Zülfü Livaneli

Zülfü Livaneli'nin okuduğum üçüncü kitabı Leyla'nın Evi (Diğerleri Engereğin Gözü: http://dopinglibaykus.blogspot.com.tr/2013/05/engeregin-gozu-zulfu-livaneli.html ve Son Ada) okuduklarım arasında en az beğendiğim daha doğrusu beğenmeyip hayrete düştüğüm bence skandal kitabı. Tiyatro oyunu da oynanan kitap, Leyla Bosnalı adında Paşa torunu yaşlı bir hanımın evinden çıkarılması etrafında yaşananları konu alırken mülkünden olmayı merkeze oturtuyor.

Bir zamanlar ailesine ait olan ve yaşanan talihsizlikler sonucu elden çıkarılmak zorunda kalınan Bosnalı yalısının müştemilatında yaşayan Leyla, yalının yeni sahipleri tarafından dolandırıcılıkla evinden atılır. Mahallelinin çok sevdiği Leyla, dışarıda kalmış ve evini geri almak üzere mücadele etmeye karar vermiştir. Mahalleden esnafın oğlu gazeteci Yusuf, Leyla'yı Cihangir'deki bekar evine götürmeye ikna eder ve buradaki insanlarla kaynaşan Leyla'nın, şimdiye dek izole bir şekilde sürdürdüğü yaşamına yeni renkler katılır. Leyla'nın anne babasının acıklı öyküsü, yalının lanetine hem de Leyla'nın tek başına sürdürdüğü yalnız yaşamına sebep olmuştur. Yusuf'un ev arkadaşı, Almanya'dan gelen asi ruhlu Türk kızı hip hopçı Rukiye (Roxy) başta Leyla'nın gelmesine karşı çıkar fakat onu tanıdıkça ona karşı hisleri değişir ve Leyla'yı çok sever. Bu arada kitaptaki kötülüğün neredeyse yegane sebebi ise yalının yeni sahipleri Ömer ve Necla çiftidir. Dolandırıcılık yapmaktan çekinmeyen acımasız iş adamı Ömer ve sonradan görme Necla, Leyla'yı dalavereyle gözlerini kırpmadan evden atıverirler. Ömer'in babası Ali Yekta bey ise başka bir yalıda uşak olarak çalışan, kaç nesildir de uşaklık yapan bir aileden gelmektedir. Ömer'i ise efendi olması için canla başla yetiştirmiş, boşandığı eşiyle giden iki kız çocuğunu sormak aklına bile gelmemiş beyefendi(!) bir insandır. Leyla'nın evine yeniden kavuşma mücadelesi sürecinde birçok insanın hayatı değişecektir. Kitap günümüzde geçmekte fakat İstanbul'un işgal yıllarına, Rukiye'nin ilk gençlik yıllarına geri dönüşler yapmaktadır.

Kitabı neden beğenmediğime gelince:
1. Her fırsatta Mustafa Kemal Atatürk'ün yaptığı devrimlere çamur atması, arkasından da yan çizip aslında aksini iddia ediyormuş gibi yapması.
2. İstanbul'a sonradan göç eden yerleşenleri alenen aşağılaması. Bu kişilerden Dağlılar olarak bahsedilmesi.
3. Kötülüğün sebebinin milliyetçi bir asker, sonradan görme çift ve Dağlılar olarak gösterilmesi, asillerin, Paşa torunlarının hep yol yordam bilen görgülü bilgili insanlar olmaları. Kısacası tespit yapma, eleştirel olma adına kitapta bol bol aşağılama yapılması.

Bir iki örnek vererek somutlaştırayım:

Sayfa 194: "Ali Yekta Bey Leyla Hanım'ın "saraylı" edasından çok etkilenmiş, heyecanlanmış, eski günleri bulduğu düşüncesine kapılmıştı. Ne de olsa böylelerine pek sık rastlanmıyordu artık. 'Hele İstanbul'u milyonlarca Anadolu köylüsü bastığından beri', diye düşündü, 'Rumeli asilzadeleri geçmişe ait birer süs haline geldiler.'"

Evet, Anadolulu olmak köylülük, ıyk iğrenç bir şey; oysa Rumeli'de doğmak, oralı olmak harika ve asilzade olmak demek. Irkçı ve elitist söylemler gırla gidiyor kitapta. Günümüz gençleri örneğin pek bir eğitimsiz, niye biliyor musunuz? Yalıda yetişip, özel hocalardan ders alamadıkları için böyle gariban kalmışlar.

Sayfa 169: "Leyla bazen, böyle bir devrimin Avrupa'da yapılıp yapılamayacağını düşünürdü. Mesela Fransa'yı bir yılda sarık takma mecburiyetine, Arap alfabesine, Şark müziğine ve Osmanlı adetlerine geçmeye zorlamak mümkün müydü?
Aklı böyle bir şeyin olabilirliğini reddediyordu ama Türkiye'de olmuştu işte."

Bunların üstüne Leyla hafifçecik bir pişmanlık hissi duyar ama şu üstte yazılanlar için değil şapka devrimiyle ilgili atıp tuttuğu için, meğer bunu Atatürk'ten hoşlanmayan tiyatrocu gençlerin hoşuna gidebilmek için söylemiş. Gururu hayattaki en önemli şeyi olan Leyla, insanlarla kaynaşmak için böyle davranmış. Ama sonra Leyla'nın bakışını öğreniriz. Mustafa Kemal'in kendi ailesinde her zaman saygıyla anıldığını okuruz hatta Atatürk'ün okul yıllarına dair bir anıyı da okuruz. Ki o da ayrı bir tartışma konusu, sanki Kurtuluş savaşı yaşanmasaydı da, Mustafa Kemal yine de Cumhuriyet'i ilan edecekti sonucu çıkaran bir anıdır bu. Burada Leyla eski dönemi temsil eden bir karakter olarak geçmişe ait olup, o dönemin değerlerinin günümüzde değiştiği verilmek isteniyor desek de ben bu verilişi o kadar iyi niyetli bulmadım. Yani bunu ifade etmenin yolu bu değil ama bu ifadenin vermek istediği başka mesajlar varmış gibi geldi bana.

Açıkçası önde olup bitene, melodram havasındaki olaylara kendinizi kaptırmak istiyorsanız tamam ama alttan alta habire tekrarlanan aşağılamalar, Türk toplumunu sınıfsallaştırmalar, şapka devriminden harf devrimine Cumhuriyet'e geçişle ilgili şikayetler okumak gerçekten rahatsız edici. Ayrıca konu olarak da çok çekici olduğunu söyleyemem, çabuk okunmasına rağmen trajik anlatıları sevmiyorum ben. Bir de kitabın sonunda olan olayı cidden çok zorlama buldum. Ali Yekta Bey'i daha farklı tanıtsa belki bir zemine oturabilirdi fakat hem çok beyefendi olarak tanıtılan, şöyle iyi böyle iyi denilen, hem de akıl almaz işler yapan bir karakter inandırıcı değildi.

Bunlar kitabın bana düşündürdükleri, karar okuyucunun...

27 Ekim 2014 Pazartesi

Tanrı İmparatorluğu ve Türkiye - Ramazan Kağan Kurt(oğlu)

Ramazan Kağan Kurtoğlu'nu ilk olarak Habertürk'teki Öteki Gündem programında tanıdım. Kendisi İstanbul Ticaret Üniversitesi'nde akademisyen, uzmanlık alanı ise finans fakat Hollywood filmlerinden, gizli tarikatlere kadar pek çok konuda bilgili bir kişi. Zaten bir kez izleyince diğer programlarda da takip etmeye başlıyorsunuz. Pelin Çift, Erhan Altunay ve Ramazan Hoca'nın birlikte olduğu programlar benim için izlemesi en keyifli şeylerin başında geliyor.

Tanrı İmparatorluğu ve Türkiye kitabı Ramazan Hoca'nın ilk okuduğum kitabı. En kısa zamanda hem kendisinin diğer kitaplarını hem de tavsiye ettiği kitapları okumayı umuyorum. A.B.D.'de tanıştığı Evanjelistler'in Ortadoğu'daki hedeflerinin Türkiye'yi nasıl etkilediğine dair bir kitap Tanrı İmparatorluğu. Kitabın başında alıntıladığı Alvin Toffler'in sözleri çok etkileyici: "21. yüzyılın cahilleri, okuma yazma bilmeyenler olmayacak. Öğrenmeyi, öğrendiğini unutmayı ve yeniden öğrenmeyi bilmeyenler olacak."

Ramazan Hoca, kitabında Ortadoğu topraklarında üçüncü dünya savaşının hazırlıklarının başladığını, gerek Yahudi, gerek Hıristiyan bir kısım insanın mesih beklentisinde olduğunu ve bu kişilerin mesihin gelişinden sonra bin yıllık bir refah imparatorluğunun başlayacağına inandıklarını belirtiyor. Bu arada bu bir kısım dediğimiz insanların sayısı yüz milyonları buluyor ve medya, para, bankalar gibi birçok güç de bu kişilerin ellerinde. O yüzden Hollywood filmleri ve popüler şarkıcıların klipleri sembollerden geçilmiyor. Bu durumda mesihin karşısında olması beklenen Anti-christ'ın, Müslümanlar, Yecüc ve Mecüc olarak anılan kötü güçlerin ise Türkler olduğuna inanıldığını ve bizi Edom'dan yani Anadolu'dan kovmayı amaçladıklarını belirtiyor.

Kitapta semavi dinler ve onların sonradan nasıl bozuldukları da anlatılıyor. Normalde hiç ilgimi çekmeyen bu konular çok akıcı olarak ele alınmış. Mesih gelmeden önce birtakım kehanetlerin gerçekleşmesi gerekiyor. Bunların adım adım nasıl kurgulandığından ve olması için uğraşıldığından
bahsediliyor. Tüm bunların gerçekleşmesi için Türkiye üzerine oynanan oyunlar, dinin bu hain emellere alet edilmesi söz konusu.

Bu arada kitap bir bilgi okyanusu gibi. Türkiye'nin madenlerinden, Teksas'taki tarikatlara kadar birçok yan olay da konuya eklemlenerek büyük resim oluşturuluyor. Gizli örgütler, psikolojik savaş, HAARP teknolojisi, uçak kazaları ve öldürülen bilim insanlarımız, Türkiye tarihinde finansal dışa bağımlılık, vs. o kadar çok şey var ki kitapta, bir solukta okuyor ve telaşa kapılıyorsunuz. Ramazan Hoca enseyi karartmamak gerektiğini ve okumamız gerektiğini söylüyor bize her fırsatta. Bir de Kur'an'da yedi yüz ayette geçen "Siz aklınıza danışmaz mısınız?" sözlerini tekrarlıyor. Böyle bir coğrafyada olup, cahil kalmak çok büyük lüks, her birimizin ekonomi, din ve ezoterik tarihi yalayıp yutması ise farz. Çünkü Ramazan Hoca'nın da dediği gibi sosyopolitik olayların deney laboratuvarı yoktur; bunları anlamak için tarihe bakmak gerekir. Ekonomi, din ve ezoterizmi ise tarihi akışı içinde bütün olarak ele almak gerekir. Birini dahi ayırarak tarihin akışını anlayamazsınız diyor hocamız.

İyi okumalar...

Erguvaniler "Türkiye'de İktidar Doğanlar" - Tayfun Er

Tayfun Er'in 2007 tarihli Erguvaniler kitabı, daha önce Yalçın Küçük, Soner Yalçın gibi araştırmacı yazarlar tarafından ortaya atılana benzer bir tezi ortaya koyan, incelikli bir çalışma ürünü. Erguvaniler kitabının ana konusu, Türkiye'nin Osmanlı zamanında Tanzimat ile başlayıp, İttihat ile devam eden Türkiye Cumhuriyeti döneminde de aynı şekilde varlığını koruyan iktidar ilişkileri.
Dahası Tayfun Er, sağcısıyla, solcusuyla, milliyetçisiyle, komünistiyle, liberaliyle söz konusu üç dönemde iktidarda olup köşe başlarını tutanların, tüm farklı ideolojilerin savunucularının, temelde, dallanıp budaklanan bir büyük sülalenin mensubu olduklarını iddia ediyor. Bunu da oligarşinin şu belirleyici unsurları etrafında araştırmalarını çerçeveleyerek sunuyor:
1. Aileden Gelen Güç
2. Evlilikle Kazanılan Güç
3. Okul
4. İş Ortaklığı
5. Masonluk

Servet-i Fünun dergisi yazar ve şairlerinin aile ilişkileri ile başlayan akrabalık ilişkileri diğer birçok bölümde de tekrar değinilen iç içe geçmiş bir bütünün bir ucunu oluşturuyor. Genelde Fevziye Işık Mektepleri, bazen de Boğaziçi Lisesi oligarşinin okulu, Bilgi Üniversitesi ise üniversiteleri ama oligarşinin çoğu da yurt dışında eğitim almış. Kitabın temel tezi eğer bu aileye mensupsanız hak etmeseniz de bir şekilde yolunuz açılıyor. Aile dışından olmanız ise ne kadar çabalarsanız çabalayın belli makamlara asla ulaşamayacaksınız(örneğin dış işleri bakanlığı), belli makamlara da ulaşmak için bir oligarşi mensubuna göre kırk kat daha fazla çaba göstermek zorundasınız demek.

Tayfun Er kitabın başında da belirttiği gibi bu ilişkileri insanları umutsuzluğa düşürüp, hepten her şeyi bırakmaya sevk etmek için değil belli bir bilinç ve mücadele oluşturmak için yazmış. Aralarda gerek felsefeye gerekse fizik teorilerine girerek oligarşinin karmaşık ilişkilerinin daha anlaşılır olması için onu bilimsel bir çerçeveye oturtmuş. İlişkilerin izini ise gazetelerin ölüm ilanlarında, Aşiyan Mezarlığı başta olmak üzere mezarlıkların belirli adalarında sürmüş.

Gerek tarih bilgim gerekse sosyete magazin bilgim pek fazla olmadığı için isimlerin çoğu bana yabancıydı fakat çok iyi bilinen isimlerin de umulmadık akrabalık ilişkileri hayrete düşürtecek cinstendi. Örneğin Rahşan Ecevit ile Aydın Boysan'ın kuzen olmaları, Bülent Ecevit'le Can Yücel'in bir ara ev arkadaşı olmaları, Metin Arolat'ın Mevlana'nın 23. kuşak torunu olması, Hıncal Uluç'la Ahmet Taner Kışlalı'nın kuzen olmaları, Emin Çölaşan'ın dedesinin mason olması, vs.

Benim tavsiyem kitabı okuyup aydınlanma yaşamanız. Şu şunun akrabası, şu şununla evli, şu şunun bacanağı şeklinde ilerleyen kitabı okurken zaman zaman ipin ucu kaçıyor. Tayfun Er kitabın başında anmaya gerek olmayan üyeler de olduğu için aile ağacı yapmaktan kaçındığını yazmış fakat bence bu kitap kesinlikle görsel şemalarla desteklenmesi gereken bir kitap. Gerçi ilişkiler çok iç içe olduğu için şema olarak da karışık olacağını tahmin ediyorum ama yine de görsellerin ilişkileri daha rahat anlaşılır kılacağını da düşünüyorum.

Kitaba eleştirilerim ise, birincisi milliyetçiliği bela olarak tanımlaması. Şu an emperyalist kapitalizmin önündeki son kalelerin ulus devletler olduğunu düşünürsek milliyetçiliğe nasıl bela diyebiliriz. Bir ulusu oluşturan en önemli unsurlardan birisi, olmazsa olmazı milliyetçiliktir. İkincisi, insanların akrabalık ilişkilerini kuru kuruya okumak pek bir şey ifade etmiyor. Aralara birkaç noktada yedirilmiş rüşvet skandalları vardı tamam, fakat genel olarak bu ilişkilendirme sayıca çokken bu ilişkilerin sonuçları sayıca daha cılız kalmış. Bir de bu aile her dönem iktidar ve güç odağı iken oligarşi mensubu üyelerin suikastlere kurban gitmesine de bir şekilde değinmek, başka güç odaklarının da varlıklarını ortaya koymak gerekir. Belki yazarın devam kitaplarında vardır bu konular onu bilemem ama bu aile her şeyi kontrol ediyor, her yerde onlar var deyip sonra da öldürülen oligarşi üyelerinin durumlarını görmezden gelmek kitabın eksikleri kanımca.


28 Ağustos 2014 Perşembe

Aşçı - Wayne Macauley

İthaki Yayınları'nın Başka Kitaplar serisinden 2012 tarihli Aşçı, orijinal ismiyle The Cook, yazarı Wayne Macauley'in şimdiye kadar yazdığı üç romanından birisi. Güzel ve de imalı bir kapağı olan Aşçı kitabı, bana öncelikle kapaktaki kanlı bıçağı ile hiç izlememiş olmama rağmen fragmanlarından tanıdığım Dexter'i anımsattı. Nick Cave'in kitabın rahatsız ediciliğine dair yorumu dışında -arka kapak yazısı olmadığından- kapaktan kitabın içeriği ve türüne dair bilgi edinemiyoruz. Yalnız kanlı bıçak ve rahatsız edici bir kitap olduğunun belirtilmesi kitabın sonuna kadar bir psikopatlık yaşanacağı beklentisini canlı tutuyor. Güya sürpriz bir sonu var kitabın ama ben şahsen her dakika o psikopatlığı bekleyerek okuduğumdan, sonuna hiç şaşırmadım. Aşçının eve taşınmasından itibaren aklımda Claude Chabrol'ün Ceremony filmi vardı. Kitap olaraksa Patrick Süskind'in Koku kitabıyla benzerlik kurdum.

Arka kapak yazısı niyetine konuyu özetlersek, Avustralya Melbourne'de kenar mahallelerden gelme, sorunlu gençler arasından seçilen onaltı genç, ıslah edilmek üzere aşçı okuluna gönderilir. Yaşları onaltı onyedi arasında değişen gençlerin arasında en büyük olan onsekiz yaşındaki Zac'in ağzından anlatılır kitap. Zac'in buraya gönderilme nedeni kitabın sonlarına doğru ablasına yazmaya karar verdiği bir e-postada açıklanır. Fakat yazılan neden bundan birkaç sayfa önce yaşanan bir olaya gönderme yaptığından, olay gerçekten yaşanmış mıdır yoksa Zac'in bir fantezisi midir bilemeyiz.
Bu arada bir not düşmekte fayda var: Kitapta virgül kullanılmamış ve bazı cümleler uzun, bazıları ise devrik. Bu da kimi zaman okumayı güçleştiriyor, yoruyor. Yine de Thomas Bernhard'ın Odun Kesmek kitabı ile karşılaştırılırsa hiç olmazsa az sayıda da olsa noktalar var (Diğerinde hiçbir noktalama işareti yoktu). Ne yazık ki bolca yapılan imla hataları da bu okuma zorluğuna tuz biber oluyor.

Konuya tekrar dönersek, Zac ve diğer çocuklar sıfırdan başlayıp aşçılık sanatını öğrenmeye başlarlar fakat hiçbirisi Zac kadar hevesli ve hırslı değildir. Okulun sahibi de kenar mahalleden gelme, sonradan yükselerek zengin ve ünlü olan, model bir eş ve güzel çocuklara sahip olan, herkesin korkup önünde saygıyla eğildiği, kapitalizmin parıltılı yüzünü temsil eden Baş Şef'tir. Zac kendine Baş Şef'i örnek alır ve onun gözüne girebilmek için canla başla çalışır. Zac, bir yandan Baş Şef'in izinden giderek bir gün Kaygısızlık adını vereceği kendi lokantasını açmayı kendine hedef koyarken, diğer yandan da onun hayat görüşünü kendine kılavuz edinir. Baş Şef'e göre hizmetten güç doğar, boyun eğerek güçlenilir. Kaprisin ve manasızlığın önünde eğilmek; yoz, aşırı ve gereksiz şeylerin hizmetkarı olmak gerekir. Baş Şef'e göre şeflerin görevi, müşterilerin üretilen şeyin bedelinin on katını seve seve öderken bir de ayrıcalık için şeflere teşekkür etmesini sağlamaktır. Zac, hayatına yön verirken bu ilkeleri kırmızı çizgiler olarak belirler; okuldaki en yakın arkadaşı Hunter ise Zac'le taban taban zıt bir yol seçerek sistemi reddeder ve kendine çiftlik hayatı kurarak kendi sisteminde yaşamayı seçer.

Kitabı kabaca iki bölüme ayırabiliriz: Okul (öğrenme dönemi) ve çalışma (uygulama). Okul kısmında gerek tarım gerekse aşçılığa ve kasaplığa dair birçok ayrıntı belirtilmiş. Mesela bütünleyici tarım ve rotasyon benim önceden bilmediğim fakat öğrendiğime sevindiğim bilgiler oldu. Aşçılıkla ilgili bilgileri de mutfağa meraklıysanız deneyebilirsiniz. Neredeyse tümünün adı Fransızca olan bu gurme yemeklerin esas püf noktası ise malzemelerinin çok taze olması. Kasaplıkla ilgili ayrıntılar pek iç
açıcı olmasa da Kurban bayramında şahit olunanlardan sonra biraz da bildiğimiz şeyler. Bu kısımların Müslüman olmayan ülkelerin okuyucuları için çok daha dehşet verici olacağını düşünüyorum. Kuzu etinin aromalı bir lezzete sahip olması için kuzular daha doğmadan önce kuzuların annelerine aromatik bitkiler yedirmek ve sularına şarap karıştırmak daha önce sadece Kobe sığırı-bira-masaj üçlüsü dışında duymadığım bilmediğim şeylerdi. Zac, daha ilk yaptığı yemekle göze girmeyi başarır ve geceleri mutfakta gizli gizli çalışarak başarısını katlar. Okuldaki diğer çocuklar ise birer ikişer ya okuldan ayrılırlar ya da alınırlar. Okulda en son Hunter'la Zac kalır, fakat Hunter da çoban+kasap Terry'nin kızı Rose ile birlikte olarak kendi ailesini kurar ve yolunu çizer. Rose Zac'in bir bakıma yenilgisidir, Rose Zac'a hiç yüz vermez, halbuki Zac onu beğenir. Belki de bu durum işine daha da sıkı sarılmasına sebep olur. Zac ile Hunter birbirinin negatifi gibidir: Biri her zaman tertipli düzenli, diğeri saçı sakalı karışık, biri aile adamı diğeri yalnız kovboy, biri kendi ideallerinin peşinden kendi yolundan giden, diğeri kapitalist düzenin içine güle oynaya giren ve hedefine giden yolda hiçbir şeyi yapmaktan çekinmeyen... Okulun bulunduğu arazinin sahibi ölünce, okulun ve arsanın durumu belirsizleşir.

Kitabın ikinci kısmında, iki ay boyunca tek başına takılan Zac'i günün birinde bir araba alır götürür ve banliyölerdeki zengin evlerinden birine şef sıfatıyla yerleştirir. Ne olup bittiğinden habersiz Zac, bolluk içindeki yaşamdan, donanımlı mutfaktan ve gurme mutfak malzemelerinden etkilenerek hevesle işe koyulur. Evin hanımefendisi aile üyelerini yemeklerde biraraya toplayarak aile içi ilişkileri geliştirmek ve arkadaşlarına caka satmak için bir şef işe almaya karar vermiştir. Ailenin büyük kızı yirmi üç yaşındaki, sosyal adalete inanan Melody aşçılığı kölelik olarak gördüğü için bu fikre karşı çıkmıştır. Melody'nin zengin bir züppe olan erkek arkadaşı Nick ise dayatılan kölelik rollerinin rıza ile seçildiği yanılgısını öne sürerek düzeni meşrulaştırmaktadır. Nick'e göre kimilerinin hayallerine giden yolların kölelikten geçmesi kendisinin yolu oradan geçmediği sürece normaldir. Baş Şef'in vaazlarını baştacı eden Zac için de problem değildir bu durum. Ne zaman ki Zac düzenin kirli yüzüyle, aksayan yanıyla tanışır; o zaman işler rayından çıkar. Zenginlerin veresiyelerini ödememeleri yüzünden batıp giden kasap, belirtilmese de ardındaki hikayenin kasabın hikayesi ile
aynı olması muhtemel dükkanı kapatan organik manav ve Zac'in mükemmel yemeklerini yaparken yaşadığı tedarik sorunları, Baş Şef'in de batıyor oluşuyla zirve yapar. Herkesin birbirine borçlu olduğu düzen ve hedeflerine ulaşmak için kendini paralayan Zac'in kendi lokantasını açma hedefine bir adım bile yaklaşamaması, hayal kırıklıklarını katlar. Kaçınılmaz son adım adım gelir.

Bu minvalde, Aşçı'yı bir düzen eleştirisi olarak yorumlayabiliriz. Baş Şef'in sloganlarının geçerliliğini yitirdiği, hizmetten güç doğmayan, müşteri profillerinin belirsizleştiği, köleliğin kamufle  edilerek dayatıldığı bir düzen. İnsanlara bir gün siz de zengin ve ünlü olabilirsiniz diye gaz verilirse ve birileri bunu çok ciddiye alırsa, sonunda yaşanan hayal kırıklığının etkileri de bireysel değil toplumsal olur. Ben Aşçı'yı gerek anlatımı gerekse sonu sebebiyle az biraz klişe bulsam da eleştirel bir kitap olması hoşuma gitti. Başlarda okuması gayet keyifliyken ilerleyen sayfalarda artan gerilimle hızlanmadı aksine yavaşladı. Aşçılığa merkalılara ise kesinlikle önereceğim bir kitap.

İyi okumalar...

17 Ağustos 2014 Pazar

Broken Harbour - Tana French

Sevdiğim yazarlardan Tana French'in kitabı Broken Harbour'ı orijinalinden okumak kısmet oldu. Blogun eski sayfalarında French'in Benzerlik ve Ormanın Derinliklerinde Bir Şey Var kitapları hakkında yazmış olduğum yazılara da erişebilirsiniz. Broken Harbour henüz Türkçe 'ye çevrilmedi. Yazarın İrlandalı olması nedeniyle İngilizce'sini anlamayacağımdan korkarak uzak durmuştum ama D&R indiriminde 5TL'ye bulunca, e ne yapalım artık sözlükle filan okuruz diyerek alıverdim:)
İyi ki almışım diyorum çünkü hem İngilizce'si çok rahat anlaşılıyor, hem de okuması çok keyifli ve sürükleyici bir kitap. Konusuna gelince, dört kişilik bir aile saldırıya uğramış ve sadece anne ağır yaralı kurtulmuştur. Soruşturma büyüktür ve medyanın ilgisini çeker. Soruşturmayı yönetmek için deneyimli dedektif Kennedy (bu sefer diğer kitapların kahramanı Cassie de Ryan da yok) görevlendirilir. Kennedy yanına deneyimli bir ortak alması gerektiğini düşünenlerin aksine kendine ortak olarak trafik bölümünden cinayet büroya yeni geçen genç ve deneyimsiz Richie'yi tercih eder. Richie işçi sınıfından gelme, sokakları iyi bilen bir gençtir.
Cinayet mahalinde önce üst katta yatan çocuklar öldürülmüş, sonra ise mutfakta ailenin babası (Pat Spain) öldürülmüş, annesi (Jenny Spain) ise ağır yaralanmıştır. Evde birçok yerde kamera vardır. Bilgisayarın geçmişi silinmiştir ve cinayet silahı ortada yoktur. Yerdeki kanın üzerinde bir ayak izi vardır ve kime ait olduğu belli değildir. Aileyi bulan ve polise haber veren yaralı Jenny Spain'in kız kardeşi Fiona Rafferty'dir. Ablası ile her gün konuşan Fiona o sabah telefona cevap alamayınca işini gücünü bırakıp bir saat uzaktaki cinayet mahali olan Broken Harbour'a apar topar gelmiş ve aileyi bulmuştur. Herhangi bir görgü tanığı da yoktur.
Kennedy bu zor ve karmaşık soruşturmayı araştırmak için biçilmiş kaftandır. İşine profesyonelce yaklaşan ilkeli bir dedektiftir. Olaylar ilerledikçe zihinsel engelli kardeşi Dina ile de ilgilenmek zorunda kalır. Geçmişlerindeki Broken Harbour'la ilgili hatıralar gün yüzüne çıkar. Soruşturma ilerledikçe Richie ile her ne kadar iyi anlaşsalar da iki farklı tutum benimserler.
Emlak balonu olarak başlayıp tamamlanmayan evleri ile atıl durumda kalarak hayalet kasabaya dönen Broken Harbour, insan dramlarına ev sahipliği yapar. Kitabın sonunda olaylar çözülse de, suçlu bulunsa da, okuyucunun içine su serpilmez, boğazına bir yumru oturur.
Türü sevenlere şiddetle tavsiye edilir...

23 Haziran 2014 Pazartesi

Toza Sor - John Fante

Charles Bukowski'nin "benim Tanrı'm" diye tanımladığı yazar John Fante'nin Toza Sor kitabı Bukowski'nin onun kitaplarıyla tanışmasını anlatan ön sözü ile başlıyor. Kitaba gelirsek Arturo Bandini isimli İtalyan asıllı bir Amerikalı kaybedenin yazar olma öyküsü diyebiliriz. Kitapta ilk dikkatimi çeken şey 5$ ile geçinebilen, birbirlerinden 15 sent borç isteyen insanların olmasıydı ki bu da bize kitabın geçtiği dönemin ekonomik koşullarını fazlasıyla anlatıyordu. Kitap ilk baskısını 1939'da yapmıştı ve Büyük Buhran yıllarında Los Angeles'ta geçiyordu. Kitaptaki iki araba da Büyük Buhran yılını işaret edercesine 1929 modeldi.

Arturo Bandini, köklerinden utanan ve bu ezikliğini başkalarından çıkaran yazar olma heveslisi bir gençtir. Bir pansiyonda kalmakta ve kirasını ödemekte zorlanmaktadır. Yegane başarısı bir dergide yayımlatabildiği fakat kimselere okutamadığı Minik Köpek Güldü isimli öyküsüdür. Hellfrick isimli cin ve et seven, üstelik de ondan sürekli borç isteyen tuhaf bir komşusu vardır.

Bandini, hayatta bazı deneyimler kazanmak istemekte aynı zamanda bundan korkmaktadır. Bir gün gittiği bir birahanede Camilla Lopez isimli Meksika asıllı bir garson kıza giydiği çarıklar yüzünden kafayı takar. Böylelikle kitabın sonuna kadar sürecek inişli çıkışlı Bandini-Lopez ilişkisi başlar. Bandini, Camilla'yı aşağılar, evlenme teklif eder, teklifini geri çekmek ister, kızdırır, oununla dalga geçer, ona bakar, istediklerini yapar, hakaret eder. Karşılığını da alır. Bu garip ilişki ekseninde Bandini hem kendini kanıtlamaya, hem komplekslerinden kurtulmaya, hem bir ilişki yaşamaya hem de ideallerine ulaşmaya çabalar durur. Her iki karakter de aslını inkar etmekte ve kendini Amerikalı olarak görmektedir. Adeta köklerinden utanmaktadırlar. Aslında ikisi de birbirinin beklentilerine cevap verememektedirler. Camilla Bandini'nin tüfekle ateş etmeyi becerememesi üzerine sinirlenir. Bandini'nin Barmen Sammy gibi olmaması canını sıkar çünkü elinde artık sadece Bandini kalmıştır. Bandini ise Camilla'yı sürekli küçük görmesine ve aşağılamasına rağmen ondan bir türlü vazgeçemez.

Toza Sor kitabı, Bandini Dörtlemesinin üçüncü kitabıdır. Dörtlemedeki kitaplar sırası ile:
1. Bahara Kadar Bekle, Bandini
2. Los Angeles Yolu
3. Toza Sor
4. Bunker Tepesi Düşleri
Toza Sor, Fante'nin seri içinde en çok bilinen ve 2006 yılında sinemaya uyarlanan eseridir.
Arturo Bandini karakteri yarı otobiyografik özellikler taşır ve John Fante'nin alter egosu olarak görülmektedir. Bu bakımdan Charles Bukowski'nin çoğu kitabının baş karakteri olan ve Bukowski'nin alter egosu olarak anılan Henry Chinaski'yi akla getirmektedir.

Yeraltı edebiyatı sevenlere önerilir.
İyi okumalar!

19 Haziran 2014 Perşembe

Asma Pansiyon - Işıl Şenol

Bu kitabı ilk olarak bir arkadaşımda görmüştüm yaklaşık bir sene önce. Kapağı insanı ilk bakışta etkiliyor. Yaz tatili ve Ege çağrışımları olan kapak, sımsıcak ve duygusal bir hikaye vaadediyor.

Kolayca okunan, sürükleyici roman, vaatleri fazlasıyla yerine getiriyor. Duygusal kitapların ince bir çizgisi vardır, o çizgiyi aşan kitaplar bana sıkıcı ve bayık gelir. Dozu iyi ayarlanmışlar ise okuyana unutulmayacak lezzetler sunar. İşte "Asma Pansiyon" ikinci gruba giren kitaplardan; duygusallığı, heyecanı, gizemi, hüznü, her şey gerektiği kadar var onda. Yalın anlatımlı, güzel atmosferiyle davetkar.

Hiç gitmediğim ama yakın zamanda görmek istediğim Bozcaada'da geçiyor olaylar. Madam Yenola'nın Asma Pansiyonu, yolunu kaybedenleri, hayatına mola vermek isteyenleri, başını dinlemek isteyenleri ağırlayan, eski bir Rum evinden bozma, beş odalı, denize bakan bir pansiyondur. Buraya sığınan herkes gibi pansiyonun sahibi Madam Yenola'nın da bir hikayesi vardır. Olaylar lise öğrencisi Defne'nin evden kaçarak pansiyona sığınması ile başlar. Her pansiyonerin hikayesine tek tek odaklanarak ve pansiyonu merkeze alıp geçmiş ve şimdiki zaman arasında gidip gelerek ilerleyen kitap, finalde mantıklı ve sürprizli bir şekilde bağlanır.

Ek olarak kitapla ilgili bence en önemli noktalardan birisi, başkarakterlerin güçlü kadınlar olması. Gerek Madam Yenola gerekse Defne kendi kaderinin iplerini eline almış, inandığı şeyler için hem toplumu hem de sevdiklerini karşısına almayı göze alabilmiş, bunun yanı sıra sağduyulu ve gururlu olmayı beceren karakterler. Erkeklerle ilişkilerinde de hiçbir şekilde kendilerinden ödün vermeyen ve kendi doğrularından vazgeçmeyen güçlü karakterler. Bu özelliğiyle de Türk edebiyatında maalesef çok örneği olmayan kendi kaderini kendi çizen, etrafındaki kişileri de etkileyen nadir kadın karakterlerden ikisini yaratır kitap. Yan kadın karakterler olan Feryal Hanım ve Belma da baş karakterlerden aşağı kalmayacak derecede olgun ve güçlüdür. Karakterlerin özellikleri ve kendi yollarını belirlemedeki iradeleri göz önüne alındığında kitabı rahatlıkla feminist bir kitap olarak sınıflandırabiliriz.

Son olarak kitabı okurken Bozcaada ruhunu, atmosferini içinizde hissediyorsunuz. Dantel perdeler, sabun kokusu, buruk şarap tadı, begonviller unutulmayacak imgeler yaratıyor zihinde. Sonuç olarak tavsiye, tavsiye tavsiye!!! Tam da yaza uygun ama asla yüzeysel ve boş olmayan, bayıcı sıcaklara Bozcaada serinliği taşıyacak bir kitap...