26 Eylül 2012 Çarşamba

Ormanın Derinliklerinde Bir Şey Var - Tana French

Tana French'in Artemis Yayınları'ndan çıkan ve orijinal ismi In The Woods olan bu ilk kitabı Benzerlik kitabının öncesinde olanları anlatıyor. Tek farkla; bu sefer romanı Dedektif Ryan anlatıyor. 
Benzerlik kitabında Cassie'nin eski ortağı olarak anılan ama pek detaylı anlatılmayan bu karakter kendini ve geçmişindeki gizemli hikayeyi kendi ağzından anlatıyor.

Ormanın derinliklerindeki şey diye bir başlık görünce ormanın içinde yaşayan bir yaratık akla geliyor. Fakat romanda öyle doğaüstü ya da fantastik olaylar yok. Aksine her şey oldukça gerçekçi. Romanın sonu dahi formül bir son olmaktan uzak ve cesurca.

Dedektif Ryan on iki yaşında iken iki arkadaşı ile birlikte Knocknaree ormanında  kaybolmuş sonra da ayakkabıları kan içerisinde ve hafızası kayıp olarak ortaya çıkmıştır. Aradan seneler geçmesine rağmen olay gizemini korumaktadır. Dava ise çoktan arşive kaldırılmıştır. 

Knocknaree ormanının yakınındaki arkeolojik kazı alanında on iki yaşında bale öğrencisi bir kızın cesedi bulunur. Cinayeti araştırma görevi Dedektif Ryan'ın başında olduğu ekibe verilir. Ekip ise Ryan, Cassie ve Sam'den müteşekkildir. Dolayısıyla Benzerlik kitabındaki romantik ilişkilerin öncesi de bu kitapta anlatılmaktadır.

Ryan kimliğini açıklamaz ve sadece Cassie'ye geçmişte yaşanan olaydaki kaybolan çocuk olduğunu söyler. Ryan amacı iki olayı birden çözmektir. Bu arada Cassie ile yakınlaşır.

Kitap hayli heyecanlı ilerliyor ve katil bulunduktan sonra rahatlatmak yerine daha da geriyor. Özellikle son kısımlar bayağı şaşırtıcı... En kısa zamanda Tana French'in bir sonraki romanını okuma isteği uyandırıyor.

Kitap bir önceki gibi yine eleştirel bir tavır koymuş: Hükümet otobanı arkeolojik kazı alanından geçirecektir. Birkaç zengin şirket ise otoban çevresindeki tüm arsaları satın almıştır. Topraklarını satmak istemeyen çiftçilere imar izni çıkmazken, aynı topraklar el değiştirince imar izni de bir anda çıkıvermiştir. Tanıdık geldi mi? Kitabı okurken bizdeki baraj suları altında kalan antik şehirler geldi aklıma sürekli :(

1 Eylül 2012 Cumartesi

Benzerlik - Tana French

İrlandalı yazar Tana French'in ikinci kitabı Benzerlik, ilk kitabı Şey'deki dedektif Cassie Maddox karakterinin bir başka macerasını anlatıyor. Kitap altı yüz küsur sayfa olmasına rağmen öyle akıcı ki bir anda bitiveriyor. Ben ilk kitabı okumadım ama Benzerlik'i bitirince onu da bir an önce okumak istedim.

Dedektif Cassie yıllar önce bir operasyon için dedektif Frank ile birlikte hayali bir karakter yaratır: Lexie. Operasyon sonrası işler yolunda gitmediğinden Cassie, aile içi şiddet bölümünde çalışmaya başlar. Bir gün Dublin' uzak bir kasaba olan Glenskhy'de ıssız bir kır evinde bir ceset bulunur. İşi Cassie'nin sevgilisi Sam yürütmektedir. Fakat Frank ilginç fikirleriyle Cassie'yi de işin içine sürükler. 

İşin tuhafı ölen kız Lexie'dir. Yani Cassie ve Frank'in yıllar önce uydurdukları sahte karakter ve ölen kız da tıpkı Cassie'ye benzemektedir. 

Lexie ölmeden önce üniversitede doktora yapmaktadır ve tez konusu da kimlikler üzerinedir. Dört arkadaşı ile birlikte, arkadaşlarından birine miras kalan bir evde - Whitehorn'da yaşamaktadır. Frank, herkese Cassie'nin kurtarıldığını ve yoğun bakımda olduğunu söyler. Sonra da Cassie'ye Lexie'nin yaşamı ile ilgili tüm ayrıntıları vererek, Cassie'yi Lexie'nin yerine geçirir ve Whitehorn'a cinayeti araştırması için gönderir. 

Temposu hiç düşmeyen kitap, ilginç karakterleriyle de akılda kalıyor. Whitehorn'un sahibi olan mirasçı Daniel pek kolay unutulacak bir karakter değil. Hayata bakışı, kapitalist düzenin dayatmalarına karşı yarattığı alternatif yaşamı takdire şayan. Tüm kitap bireysellik ile kapitalizmin çatışması olarak okunabilir. Şöyle ki, Whitehorn köşkü, sadece beş kişinin kendi hayat stilini ya da Daniel'in dayatmacı rüyasını gerçekleştirebildiği bir fanus. Oysa onun rüyası köyde yaşayan diğerlerinin çıkmazı. Çiftçilikle uğraşan Ned'e göre bölgenin gelişebilmesinin tek yolu Whitehorn'un bir otele dönüştürülmesi yahut yıkılmasıdır. Aksi takdirde Glenskhy için bir gelecek söz konusu olmayacaktır. Zeki bir insan olan Ned sırf koşullar yüzünden çiftçilik yapar ve bu yüzden de Daniel'i ve onun atalarını suçlar. Ned hem değişen yaşam koşulları yüzünden mutsuzdur hem de bunun sebebi olan düzene eklemlenmeye çalışmaktadır. Daniel ise hayalini gerçekleştirmek amacıyla yola çıkmıştır ama başkalarının mutsuzluğu umursamaz, kendi düzenini ve dayatmalarını uygulamaya çalışır. İki karakterde kendi içinde çelişir ama bu onları daha gerçek kılar. 

Sonuç olarak boş bir vaktinizde okuyunuz diyeyim, çünkü elden bırakmak güç oluyor...

31 Ağustos 2012 Cuma

Kafesteki Kadın - Jussi Adler Olsen

 Yeni Stieg Larsson olduğu söylenen Danimarkalı polisiye yazarı Jussi Adler Olsen'in Kafesteki Kadın kitabı, eski bir soruşturmanın sonuca ulaşmasını konu alıyor. Güzel politikacı Merete 2002 yılında bir gemi yolculuğu sırasında ortadan kaybolmuştur. 2007 yılında kapanmamış eski dosyaları araştırmak için Q şubesi kurulur. İlk ele aldıkları dosya ise Merete'nin dosyasıdır. Merete'nin cesedine ulaşılamadığı için kaçırıldığı düşünülmektedir. 

Q şubesinin başına ise Carl Morck getirilmiştir. Carl Morck, bir operasyon sırasında çalışma arkadaşlarından birini kaybetmiştir. Diğer arkadaşı ise çatışma sonrası felçli kalmıştır. Bazı kişiler ise Carl Morck'un bu işte ihmalinin olduğunu düşünmektedir. Bodrum katına atılmış Q  şubesinin Carl Morck dışındaki tek elemanı ise Suriyeli Esat'tır. Esat ayak işlerine bakmak için işe alınmıştır fakat dedektifliğe çok meraklıdır ve dosyaları okumaya çok heveslidir. Onun azmi Carl Morck'u bile gaza getirir. 

Kitap 2002 ve 2007 tarihleri arasında geçişlerle ilerliyor. 2002 yılına ait bölümler Merete'nin kaçırılması öncesinden başlayıp 2007 yılına değin ilerleyip kitabın diğer bölümlerine bağlanıyor. 

Merete'nin hapsedilmesi ve gördüğü işkenceler oldukça sıkıcı buna karşın Esat'ın bulunduğu bölümler bir hayli eğlenceli. Esat karakteri hayli ilginç; çünkü hem birey olarak ele alınmış hem de pozitif bir şekilde sunulmuş. Ben kitapta en çok bu karakteri sevdim; zaten diğer karakterler de pek iç açıcı değiller. Genelde sıkıcı hayatları olan mutsuz insanlar. 

Kitabın basit bir örgüsü var. Gerilim ise Merete'nin kimi kaçırdığı üzerine kurulmuş. Kaçırma olayının en ilginç yanı ise Merete'nin basınçlı bir odada hapsedilerek, beş senenin sonunda basınç farkı değişikliği ile öldürülmesinin planlanmış olması. Çok akıcı bir kitap olmamasına rağmen sıkıcı olduğu da söylenemez. Ama öyle elden bırakılmayacak kitaplardan hiç değil Kafesteki Kadın

Şehirleşme ve 1 Mayısla ilgili eleştirileri ise çok iyi. Sadece ülkemizde olduğunu düşündüğüm her yere bina dikme politikasının Danimarka'da da olduğunu öğrenmek ilginç oldu. Kırsal alanların şehirleşip değişmesi, şehrin sürekli büyümeye devam etmesi gibi. Biz orayı daha gelişmiş bilirdik. Üstelik nüfus artışı hızının bizim ülkemizdeki oranın yanından bile geçmediği düşünülürse.

Adler Olsen, 1 Mayıs kutlamalarında kendi gençliğini hatırlayan Carl Morck ile halkın duyarsızlığı eleştirmiş. Seneler önce çok daha tepkisel bir toplum olduklarını ama hükümetin halkı ucuz sigara ve ucuz içki ile uyuttuğunu belirtmiş. Bir polisiye romanda böyle fikirleri okumak hoşuma gitti doğrusu. 

9 Ağustos 2012 Perşembe

Ve İşimiz Bitti - Joshua Ferris

 Siren Yayınları'ndan çıkan Ve İşimiz Bitti, Chicago Magnificient Mile'a bakan gökdelenlerden birinin 60. katındaki reklam şirketinde yaşananları konu ediniyor. Çoğu örnekte gördüğümüz gibi, bu kitabın kahramanları da maaş zengini yuppieler. Ama bir farkla: Ekonomik krizin patlak vermesiyle birlikte, çalışanlar bir bir işten çıkarılmaya başlanıyor.

Joshua Ferris, alışılanın dışına çıkıp hikayeyi birinci tekil ya da üçüncü tekil şahsın ağzından anlatmak yerine birinci çoğul şahsın ağzından anlatmış. Bu sebeple de sanki birinin bıraktığı yerden bir diğeri devam ediyormuşçasına akıyor metin. Tek bir baş karakter yerine birçok karakter bulunuyor. Herkesin kendine göre dertleri var. Ama tüm çalışanların ortak korkusu işten çıkarılma...

Birçok ilginç karakterin bulunduğu ofis bir deliler evinden farksız. Ekonomik kriz dışında başka birtakım krizler de yaşanıyor. Bu krizler ne kadar trajik olsa da anlatım bir şekilde bunu eğlenceli hale getiriyor. Reklam ajansı çalışanları meme kanseri ile ilgili neyin komik olabileceği üzerine kafa yorarken, Ferris de acıklı olan şeyleri daha hafifletip, ironikleştirerek aktarma konusunda yoğunlaşıyor.

Benim için çok akıcı bir kitap olmadı Ve İşimiz Bitti. Belki de her sabah ofise gelip kitaptakilerle benzer şeyleri yaşadığım içindir. Geçmeyen saatler, kahve molaları, bitmek bilmeyen dedikodular, ofis eşyası fetişizmi, vs. Ve tabi işten çıkarılmalar. Ama şunu da söylemem lazım; artık yuppie hayatlarından sıkıldım. Çünkü kitapta yaşanan sıkıntıların katbekat fazlasını -fazla mesai yapıp ücret alamamak, geciken maaşlar ve fatura cezaları, zam alamamak, hafta sonlarını ofiste geçirmek gibi- yaşamamıza rağmen maaş olarak bir yuppienin yanına dahi yaklaşamamak. Bunun da elbet ironisi yapılabilir...



18 Temmuz 2012 Çarşamba

Gazze Blues -Etgar Keret & Samir El-Youssef

 Etgar Keret'in 15 öyküsü ile Samir El-Youssef'in ise kısa bir romanından oluşan Gazze Blues, orijinali 2004 basım tarihli incecik bir kitap. 

Benim için her iki yazar da yeni olmasına rağmen, Etgar Keret'in senaryosunu yazmış olduğu Wristcutters - Bilekkesenler filminden biliyorum. Keret'in Bilekkesenler'deki absürd üslubunu Gazze Blues'daki öykülerinde de bulabilirsiniz. Bilekkesenler dışında Jellyfish filminde de imzası bulunan Keret'in, Türkçe'de basılmış, Nimrod Çıldırışları ve Tanrı Olmak İsteyen Otobüs Şoförü isimli iki kitabı daha bulunmaktadır.

Gazze Blues kitabındaki öykülere gelirsek benim favorilerimden ilki Şoşi 3. Kitapta Keret'e ayrılan kısmın sonundaki Şoşi, Şoşi 2 ve Şoşi 3, birbiri ile bağlantılı üç hikaye. Şoşi isimli geveze bir asker ve arkadaşlarının çatışma esnasında yaşadıklarını konu alan Şoşi, gerçeküstücü öğeler içeriyor. Şoşi 2 ile devam eden hikaye Şoşi 3 ile hiç umulmadık bir şekilde sonlanıyor. Yazar Etgar Keret'in de müdahil olduğu Şoşi 3 şimdiye kadar okuduğum en radikal ve cesur bitişe sahip öykü. Hatta böyle cesur bir sonla yarışabilecek bir roman bitişi de hatırlamıyorum. Edebiyatla ilgilenen herkesin sırf sonu için bu üçlü öyküyü okuması gerektiğini düşünüyorum. 

Şoşi üçlemesini çarpıcı sonu nedeniyle sevmiştim. Borular isimli öykü ise kitaptaki en beğendiğim öykü oldu. Gerçeküstücü öğelerle bezeli ve şakacı bir sona sahip olan öykü oldukça mütevazi. Bir buçuk sayfada bunca duyguyu verebilmek ise ustalık gerektiriyor. Mutsuz birinin mutluluğa ulaşma çabasını çok güzel, duygulu ve yoğun bir şekilde üstelik de alaycı bir dil kullanarak dile getiriyor. Okuyunuz, okutturunuz.

Şoşiler ve Borular dışında en beğendiğim öyküler Sadece 9.90'a (Vergi ve Posta Ücreti İçinde) ile Tuvia'nın Vuruluşu... Bu her iki öyküde de gerçeküstücü öğeler ile absürdlük ve alaycılık yine devrede. Bu saydıklarım dışında kalan öyküleri ise beğenmedim; bence gayet vasatlardı. 


Samir El-Youssef'in kısa romanı ise Canavarın Susadığı Gün ismini taşıyor. Anlatıcısı Bassem, yakın arkadaşı devrimci Ahmet'in yüzüne vurduğu ülke (Lübnan) gerçekleri yüzünden morali bozulmuş ve Almanya'ya göç etmeye çalışan birisi. Ahmet ise kendini davasına adamış bir devrimci. Arafat'ı sürekli eleştiriyor. Maddi durumu eline geçen kiralar sayesinde gayet iyi ve bir tiyatro oyunu üzerine çalışıyor. Bir yandan da Kürdistan Özgürlük Partisi lideri üçkağıtçı Ebu Şivan ile parti için haber bülteni hazırlamak üzere anlaşıyor. 

Bassem'in bir diğer arkadaşı ise Iraklı Salim. Bassem için ot ve hap temin eden Salim, Tanzim'den maaş almasına rağmen Lübnan parasının sürekli değer kaybetmesini yaptığı ek işlerle dengelemeye çalışıyor. Bütçelerini dolar olarak alıp maaşları Lübnan parası ile ödeyen üstlerinin evlerini soymayı sevap olarak görüyor. 

Dalal ise Salim'in aşık olduğu ama Bassem'in maymuna benzettiği bir kızcağız. Dalal aslında Bassem'e aşık. Bunu Bassem de biliyor ve kafasının dumanlı olduğu zamanlarda her şeyi unutup -Almanya'ya göç etmeyi filan- Dalal'la evlensem mi diye düşünmekten geri durmuyor. 

Canavarın Susadığı Gün, ortadoğu coğrafyasının halet-i ruhiyesini gayet güzel anlatıyor. Hakkın hukukun esamesinin okunmadığı, yolsuzluk, rüşvet, üçkağıtçılığın sıradanlaştığı, şiddetin, çatışmanın sürekli kol gezdiği, kutuplaşmaların zirve yaptığı bir coğrafya bu. Canavarın Susadığı Gün ise bu coğrafyada hayatta kalmaya, ruh sağlığını korumaya ve yolunu bulmaya çalışan insanların romanı. 



16 Temmuz 2012 Pazartesi

Apartman Boşluğu - Hakan Bıçakçı

Not: Bu yazı kitabın gidişatı hakkında bilgiler içermektedir.

Hakan Bıçakçı'nın 2008 tarihli dördüncü kitabı olan Apartman Boşluğu, benim ilk okuduğum ilk Hakan Bıçakçı kitabı. Kitabın başındaki bilgilerden anladığımız kadarıyla kendisi edebiyatla uğraşmanın yanı sıra reklam yazarlığı yapıyor. Tıpkı kitabın baş karakteri Arif gibi.

Tüm kitap Arif'in yaratıcılık buhranları olarak tarif edilebilir. Reklamcılık sektöründen sıkılıp bunalan Arif amatör olarak bir müzik grubunda vokal yapmakta ve akşamları bir barda sahne almaktadır. Bir gün işi gücü bırakıp kendini beste yapmaya verir. Evinin durumunun bu iş için uygun olmadığını düşünen Arif stüdyo olarak da kullanabileceği yeni bir eve taşınır.

Yeni evinin yatak odasının duvarında bulunan delik, Arif bestelerini yaparken onun iç dünyasına ve belki de bilinç dışına açılan kapının bir metaforu olarak kullanılır. Yaratım sürecinde git gide pasaklılaşan, insanlarla bağlantılarını koparan Arif, gerçek dünya ile bağlarını zaman zaman yitirerek, hayalle gerçeğin birbirine karıştığı, korkuların ve endişelerin tekrar eden sayıklamalara dönüştüğü bir ruh haline bürünür. Dış dünya ile arasına kat kat güvenlik kapıları, kilitleri, alarmları koyar. Doktorun birisi bir seferinde ona kendisini çok dinlememesini söylemiştir. Kendi iç sesine kulaklarını tıkayan Arif'e bilinçdışı ancak telefon kabloları ya da kayıt cihazları sayesinde ulaşabilmektedir.

Sancılı ama verimli geçen yaratım sürecinde kendi iç dünyasına fazlaca yönelmesi, birtakım sanrılara kapılmasına, paranoyalarının kontrolden çıkmasına ve eşini dostunu yitirmesine sebep olur. Yaptığı bestelerle herkesin hayranlığını kazanır. Müzikten çok iyi anlayan arkadaşı Ender'in gözünde müzik dehası mertebesine yükselmiştir. İçinde bulunduğu durumla (delilik-dahilik gelgitleri, dahilerin yalnızlığı) dahiliğini pekiştirir. 

Mesleği yaratıcılıkla ilgili olanların ve sanata ilgi duyanları ilgilendirecek olan kitap yaratım sürecinin sıkıntılarını anlatan bir roman olmasının yanı sıra başlı başına gerilim kitabı olarak da okunabilir. 



11 Temmuz 2012 Çarşamba

Kurma Kız - Paolo Bacigalupi

 Paolo Bacigalupi'nin bol ödüllü ilk romanı Kurma Kız (2009), karamsar bir gelecekte geçiyor. 23. yüzyılda, petrol bitmiştir, temiz enerji kullanımı (neden kullanılmadığı açıklanmıyor, üstelik havanın çok sıcak olduğuna sürekli vurgu yapıldığı halde) yoktur, varsa yoksa insan ve hayvan gücüdür tek enerji kaynağı. İnsanları pil olarak kullanıp, uyutmak için de düşler gördüren Matrix'le benzeşiyor bu yönünden. Kurma Kız'da gen teknolojisi ile eski mamutlar, yeni adı ile mehodontlar diriltilmiş ve enerji kaynağı olarak kullanılmaktadır. Bunun yanı sıra yoksul insanlar da bir başka enerji kaynağıdır. Otomobil ancak çok zenginlere özeldir; ulaşım, pedallı çekçekler ile sağlanmaktadır. Sıkıştırılıp enerji yüklenen yaylar ise pillerin yerini almıştır.

Genetik mühendisliğinin alıp başını gittiği Kurma Kız'da patent sahibi kalori şirketleri yüzünden çoğu insan açlıktan kırılmış, habbe pası adında salgın hastalıklar bir sürü insanın ölmesine sebep olmuştur. Amerikan imparatorluğunun çöktüğü, Avrupa'nın param parça olduğu Yayılım (Kitapta açıklanmıyor ama büyük bir savaş olduğunu ve enerjinin tükenmesi ile patlak verdiğini sanıyorum.) sonrası Tayland Krallığı -ki hiçbir zaman sömürge olmamakla övünüyorlar- gen bilgi bankası sayesinde düzlüğe çıkmıştır.

Büyük kalori şirketlerinden birinin başındaki Anderson Lake, Tayland'ın gen bilgi bankasına ulaşmak amacı ile paravan bir yay şirketi kurmuştur. Yabancı olduğu için diğer tüm yabancılar gibi farang olarak anılır. Emrindeki bir sarı kartlı olan Hok Seng ise onun işlerini halletmekte rüşvetlerini dağıtmaktadır. Gelecekteki Tayland resmen kokuşmuştur. Hem ahlaki hem de gerçek anlamda. Sarı kartlılar, ülkeye sığınan Çinliler'dir. Enerjisi olmayan, asansörleri insanların çalıştırdığı kokuşmuş gökdelenlerde ve gecekondularda yaşamaktadırlar. Her yanda bir doğum günü için üretilip kontrolden çıkan Chesire kedileri cirit atmaktadır. Ortama tam anlamıyla bir tekinsizlik hakimdir. Kimin başına ne zaman ne geleceği belli değildir. Beyaz yakalılar olarak anılan polisler rüşvetlerini alamadıkları takdirde terör estirmektedir. Böyle güvensiz bir ortamda roman karakterlerinden hiçbirisinin can güvenliği bulunmamaktadır. Ne farangların, ne sarı kartlıların ne de kurmaların.

Kurma kız Emiko da sahibi Raleigh'in rüşveti sayesinde belirli alanlarda güvenli bir şekilde dolaşabilmektedir. Buranın dışına çıktığında ise kurma olduğunu ortaya çıkaran kesik hareketlerini gizlemek zorundadır, aksi takdirde gübre yapılma tehlikesi ile karşı karşıyadır. Emiko, Raleigh'in sahibi olduğu bir gece kulübünde tuhaf şovlar yapan genetik mühendislik ürünü bir kızdır. Kurma olan kızlar sahiplerine itaat etsinler ve onların işlerini görsünler diye Japonlar tarafından üretilen son model geyşalardır fakat geyşa olmayan savaşçı modellerinin uğrattığı zararlar yüzünden Tayland'da pek hoş karşılanmamaktadırlar. Emiko sahibi ile birlikte ülkeye gelmiş, dönüş bileti pahalı olduğu için sahibi tarafından Tayland'da kaderine terk edilmiş bir kurma kızdır. Emiko'nun yolu Anderson'la kesişince Anderson'dan kurmaların özgürce yaşadığı köyler olduğu bilgisini alır ve yaşadığı hayattan kurtulacağına dair umutlanır.

Hastalığın, pisliğin, yoksulluğun tavan yaptığı gelecekte, ahlak çökmüş, entrikalar ve komplolar gırla gitmektedir. Bilgisayarların dahi pedallı olduğu bir gelecek tasvirini okurken yaşadığımız konforun ne kadar süre daha gideceği sorusu aklınızın bir köşesinde dolanıp duruyor. Uyarı niteliği de taşıyan kitap, düzeni ve gidişatı sorgulamanızı sağlıyor.

Yazar Paolo Bacigalupi'nin Calorie Man (2005) isimli benzer konuları işleyen bir öyküsü var; henüz okumadım ama merak ediyorum doğrusu. Bu arada Kurma Kız orijinal ismi ile The Wind Up Girl TIME dergisi tarafından 2009 yılının en iyi 10 romanı arasında gösterilmiş.



4 Temmuz 2012 Çarşamba

Sevgili Mimi - Tim Parks

1997 yılında Europa kitabı ile Booker ödüzlünü kazanan, daha sonra  2003'te Judge Savage adlı  kitabı ile aynı ödülü ikinci kez kazanan İngiliz yazar Tim Sparks'ın 1990 tarihli kitabı Sevgili Mimi, mizahi bir üslup ile kaleme alınmış sürükleyici bir macera-cinayet kitabı. Kitap, İtalya'nın çeşitli şehirlerinde geçen bir yol hikayesi de diyebiliriz. 1981 yılından beri İtalya'da yaşayan yazar, kitapta İngilizler ile İtalyanlar'ı birçok kere yaşam stilleri ve hayata bakışları açısından karşılaştırmış.

Kitabın baş karakteri Morris Duckworth, hayatta tutunamamış, üniversiteden atılmış fakat İtalya'da sınıf atlamayı aklına koymuş bir İngilizce öğretmenidir. Zengin ve yeteneksiz öğrencilere özel dersler vererek geçimini sağlamaktadır. Bir yandan da işçi sınıfından gelen babası ile içsel bir hesaplaşma yaşamaktadır. Babasının yaşamı, ölmüş annesi ile olan ilişkisi, çalışmakla ilgili düşünceleri Morris için gitmesi gereken yönün tam tersini göstermektedir.Morris keyfine düşkündür ve lüksü ve para harcamayı sever. Parasından utanan İngilizler'in aksine İtalyanlar zengin olmaktan keyif almakta ve bunu gizleme gereği duymamaktadırlar. Bu yüzden İtalya tam Morris'e göredir.Tek sorun parasının olmamasıdır. Ufak tefek sahtekarlıklarla durumunu değiştirmeye çalışır. Saf ve zengin Massimina ile evlenmek için talip olur fakat Massimina'nın ailesi Morris'in bol keseden söylediği yalanlara inanmaz ve kızla görüşmesini yasaklar.

Massimina'nın iki milyon lireti cebine koyup Morris'e kaçması ile Morris'in eline koz geçer. Hedeflerine ulaşmak için ne gerekiyorsa yapmaya hazır olan Morris, cesaretini toplayarak Massimina ile heyecanlı ve gerilimli bir maceraya atılır.

Güzel olup, boş olmayan kitaplardan, Sevgili Mimi. Bir sonraki adım ise Tim Sparkas'ın  Mimi'nin Hayaleti isimli devam kitabı. İyi okumalar...


28 Haziran 2012 Perşembe

Küçük Ağaç'ın Eğitimi - Forrest Carter

Forrest Carter'ın Küçük Ağaç'ın Eğitimi kitabını öyle çok beğendim ki blogun genel çizgisinden farklı olsa da kitap hakkında yazmak istedim.

Otobiyografik kitap, Çeroki Kızılderililer'inden olan hem öksüz hem de yetim Küçük Ağaç'ın Büyükanne ve Büyükbabası ile birlikte geçen çocukluğunu ve gelişim sürecini konu alıyor. Kızılderililer'in değerleri ile beyazların değerlerinin farklarını incelikle ortaya koyan kitap, beyazların doğadan kopuk maddiyatçı yaşamını eleştirirken, Kızılderililer'in doğayla olan ilişkilerini, maneviyatlarını, ölümü doğal karşılamalarını, maddiyata değer vermemelerini akıcı bir üslupla anlatıyor.

Kitap yer yer duygusal olsa da acıklı değil. İngilizce öğrenen Küçük Ağaç, iki tane iş adamı ile konuşurken onlara anne ve babasının öldüklerini söyler. Adamlardan birisi "Sen o zaman piçsin." der. P harfiyle başlayan kelimeleri henüz öğrenmeye başlamamış olan Küçük Ağaç "Sanırım " der. Daha sonra Büyükannesine bu konuşmayı anlatacaktır fakat Büyükanne bu konuda yorum yapmayacaktır. Küçük Ağaç günü geldiğinde sözlükte P harfiyle başlayan kelimeleri öğrenecek iken o sayfanın yırtılmış olduğunu görür.

Özellikle büyük şehirlerdeki maddiyatçı ve çıkarcı ilişkilerden bunaldıysanız Çerokiler'in dünyası ilaç gibi geliyor. Sadece Çerokiler'in değil bizim Anadolu köylerimizdeki bilge insanların da çoktandır bildiği şeyler doğadan kopan bizler için adeta doğaüstü şeyler gibi. Büyükanne gelen kişinin kokusunu alıyor. Çerokiler'in arasında bir çeşit telepati var. Astronomiye dayanarak öngörülerde bulunuyorlar. Maddi dünya sıkıntıları arasında kendimizi unuttuğumuz zamanlarda maneviyatımızı hatırlamak için ara sıra göz atmakta fayda olan bir kitap Küçük Ağaç'ın Eğitimi...


26 Mayıs 2012 Cumartesi

İmkansızın Şarkısı - Haruki Murakami

Uzun zamandır okumak isteyip bir türlü fırsat bulamadığım Haruki Murakami'yi yeni kitabı 1Q84'ün piyasaya çıkması vesilesiyle, tekrar gündemime aldım. Fakat 1254 sayfalık 1Q84 biraz gözümü korkuttuğundan tanışmak için en popüler kitabı ile başlayayım dedim. 

Gençliğe dair bir kitap olarak aşk, müzik, yetişkin olma bunalımlarını anlatan kitap benim favori konularıma parmak bastığından olsa gerek bir hayli ilgimi çekti. Her ne kadar Tokyo'da geçse de anlattığı şeylerin evrensel olduğunu düşünüyorum. Pek tabi Japon kültüründen gelen ve gençlik bunalımlarına eklenen kasvetli havayı da görmezden gelmek mümkün değil. Ölümler, intiharlar ve tüm bunlardan etkilenen hayatlar ve aşklar. 

Vatanabe, Kiziku iki iyi arkadaştır. Naoko ise Kiziku'nun sevgilisidir. Kiziku intihar eder. Kitap genel olarak Vatanabe'nin öyküsüdür, ne de olsa onun ağzından anlatılır. Ama bazen söz başkalarına geçer. Söz gelimi Reiko kendi öyküsünü anlatır. Naoko'nun öyküsünü öğreniriz. Midori'nin yaşamına tanık oluruz. Hepsi de birbirinden acıklı trajik hayatlardır. Yine de kitap bizi kötü bir ruh haline sokmaz. Yani bir Hesse kitabından sonra düşülen halet-i ruhiye değil kitabın bıraktığı. Gençliğe bir ağıt gibi belki ama Beatles notaları ile...

Not: Kitapta Japon kültürüne ilişkin yakaladığım ufak detayları paylaşmadan geçemeyeceğim. Vatanabe konuk olarak gittiği evde bulunan tırnak makasını kullanmakta herhangi bir beis görmüyor. İzin de almıyor. Bu karakterin pasaklılığından mı ileri geliyor yoksa kültürel mi bilmiyorum ama karakterin tanımında pis olmasına ilişkin başka bir detay da yok. 

Japonlar da sürekli çay içip, çay suyu kaynatıyorlar. Bu yönden bir hayli benziyoruz ama büyük ihtimalle onlar yeşil çay içiyorlar.

Bu arada Japon kültürünü daha yakından tanımak için okuma yapmak isteyenlere Bozkurt Güvenç'in Japon Kültürü kitabı önerilir.





24 Mart 2012 Cumartesi

Ölümsüz - Paco Ahlgren

 Paco Ahlgren'in kaleme aldığı Ölümsüz, Douglas Cole isimli bir gencin dibe vuruşunu ve yeniden yükselişini anlatıyor. Başından trajik olaylar geçen Douglas, servetini har vurup harman savurur ve sonunda sokaklara düşer. Kitabın ilk yüz elli sayfası yeraltı edebiyatı kıvamında giderken, ara ara karşımıza çıkan kuantum fiziğinin evren üzerindeki etkilerini anlatan sohbetler ileriki sayfalarda gelecekten gelen insanlar, zaman yolculuğu gibi kavramlara kadar gider. Hiçbir açıklama yapılmayan ve sürekli sırası gelmediği için havada bırakılan gizemli durumlar kitabın sonuna kadar bu gizemini korur ve açıklanmaz. Dolayısıyla okuyucu aklında soru işaretleri ile kitabın sonuna ulaşır.

Kitabın önemli bir yanı herhalde dünyadaki ekonomik krize Douglas'ın çözüm getirmesidir. Kendisi de ekonomi kökenli yazar, Douglas ve arkadaşlarının yeni bir para birimi ile ekonomiyi düze çıkartmasını anlatıyor. Ekonomik krizin sebebi ise hükümet adına bilimsel çalışmalar yürüten, bulduğu ilaçla zamanda yolculuk edebilen kötü kalpli Groeden. Zaten kitaptaki trajik olayların tümünün sorumlusu mutlak kötü Groeden. Douglas'a ise kitap boyunca birçok kişi şifacı diye sesleniyor. Douglas'ın Groeden'ın hakkından gelebilecek tek kişi olması onu bir anlamda kurtarıcı mesih mertebesine yükseltiyor.

Rahat okunan bir kitap olmasına rağmen, ben beş yüz sayfalık bir kitapta uzunca bir zaman ana meseleye gelemeden detaylı detaylı başka konulara odaklanmayı biraz gereksiz buldum. İnsanların zihnine girip çıkan, ilaç içip (Kitabın başında eğlence amaçlı alınan LSD ve Groeden'ın patlamak için kullandığı ilaç ile CIA'in 1960'lardaki gizli deneylerinde ilaç kullanılmasına gönderme yapılıyor.) zamanda seyahat eden Groeden'ın ortaya çıkması ise baştaki gerçekçi atmosferi ciddi anlamda zedelemiş. Hoş, kitap zaten sürreel bir zeminde ilerliyor ama gerçekçi kısımlar ile bu sürreel kısımlar biraz birbirinden kopuk kalmış.

Sevdiklerim - Türk Edebiyatı

22 Mart 2012 Perşembe

Hollanda - Joseph O'Neill

Joseph O'Neill'in 2008 yılında yayımlayıp, 2009 yılında kurgu dalında PEN/Faulkner ödülü alan kitabı Hollanda 11 Eylül sonrası New York'undaki atmosferi bir Avrupalı'nın gözünden anlatıyor. Yazar O'Neill yarı İrlandalı yarı Türk; kitabın baş karakteri Hans van den Broek (Kitabın bir yerinde  yanlış yazımı yüzünden bir hayli uğraşmak zorunda kaldığı isminin tamamı: Johannus Franciscus Hendrikus van den Broek) ise İngiltere'den A.B.D.'ye gelmiş bir Hollandalı.

Kitabın baş karakteri Hans New York'taki hayatı ya da 11 Eylül'ü değerlendirirken olabildiğince tarafsız diyebiliriz. Muhalefet görevi ise eşi Rachel'a verilmiş. 11 Eylül'ün bir komplo olduğunu düşünen, New York'un tekinsiz atmosferinden tedirgin olan ve şehri çocuk büyütmek için uygun bulmayan Rachel, küçük oğullarını alıp ailesinin yanına İngiltere'ye gidiyor. Hans ise Rachel'in peşinden gidemeyecek kadar umutsuz bir hareketsizlik içerisinde hayatı akışına bırakıyor. Chelsea Oteli'nde otelin birbirinden ilginç  sakinleriyle birlikte yaşamaya ve işine gitmeye devam ediyor. Bu arada Mehmet Taşpınar isimli, melek kostümüyle gezen, yarı kaçık bir Türk de ara sıra kendisine eşlik ediyor ama esas hayata tutunmasına yardım eden kişi Chuck Ramkinssoon adlı bir kriket tutkunu.

Eşinin kendisini terk etmesiyle birlikte Hans ve Chuck daha çok vakit geçirmeye başlıyor. Hans üzgün olduğu zamanlarda Chuck onu arabasına alıyor ve kendisini bazı yerlere götürmesini istiyor. Chuck genelde göçmenlerin ya da Afro-Amerikalılar'ın ilgi duyduğu ve pek de popüler olmayan kriketi saygın bir spor haline getirmek için çalışıyor. En büyük hayali ise bir kriket sahası açmak. Hayallerini gerçeğe dönüştürmek için şirket kuruyor, bir sürü insanla görüşüyor ve tüm bu görüşmelere giderken Hans da ona eşlik ediyor. Bir gün Chuck'ın aslında sandığı kadar masum biri olmadığını öğreniyor. Zaten kitap Chuck'ın ölümü ile başlayıp tüm süreci baştan sona anlatıyor. 

Kendi adıma kriket sporu hakkında pek bir bilgim yoktu. Kitap sayesinde bu sporu daha yakından tanıdım. Özellikle Chuck'ın ağzından dökülen cümleler hem kriketi hem de bu tarz kuralları olan diğer sporları farklı bir bakış açısıyla değerlendirmek açısından oldukça zihin açıcı. Buyurunuz: 

"Trobriand Adası Papua Yeni Gine'nin bir parçasıdır," dedi Chuck bir profesör edasıyla. "İngiliz misyonerler buraya vardıklarında, yerli kabileler sürekli savaşarak birbirlerini öldürüyorlardı. Misyonerler ne yaptılar? Onlara kriket öğrettiler. Bu taş devri adamlarını alıp kriket topu ve kriket sopaları vererek kurallı ve hakemli bir oyun öğrettiler. İnsanlardan karmaşık kural ve düzenlere uymalarını mı istiyorsun? Yoğunlaştırılmış demokrasi kursu gibi bir şeydir bu.

Gerçi futbolun kendisine milyonlarca taraftar bulduğu yurdumuzda kimse yazılı ve yazılı olmayan kurallara uymak konusunda pek çaba göstermiyor. Kimbilir futbol kuralları yeterince katı değildir belki de. Bu yüzden de acilen kriketi yaygınlaştırmak belki çözüm olabilir. 

Çağdaş Amerikan edebiyatı daha uzun seneler 11 Eylül'ü konu ederler diye düşünüyorum. Çünkü çoğu eser konuyu merkezine almasa bile illa ki ucundan kıyısından olayla ilgi kuruyor.

Son olarak bir kitabın çevirisinin ne kadar önemli olduğuna değineceğim. Yukarıdaki kısa alıntıdan da fark edebileceğiniz gibi kitap, anlatım bozukluklarından, düşük ve anlamsız cümlelerden nasibini bir hayli almış. Bu noktada kitabevlerinin kaliteyi sağlamak adına daha titiz olmaları gerektiğini düşünüyorum...

15 Ocak 2012 Pazar

Varolmayanlar - Doğu Yücel


 Varolmayanlar, sadece kitaplarıyla değil, senaryoları ve Blue Jean dergisindeki yazıları ile de bilinen Doğu Yücel'in son kitabı. Müzik ve fantastik edebiyatla olan alakası ve korku filmi senaryolarıyla aklımda yer etmişti fakat daha önce hiçbir kitabını okumamıştım. Senaryosunu yazmış olduğu Küçük Kıyamet kıyamet filmi ise sadece yerli korku filmleri arasında değil tüm beğendiğim korku filmleri arasında ayrı ve özel bir yere sahiptir. Küçük Kıyamet filmini çok beğenmiş biri olarak kitabı alırken kitapla ilgili yüksek beklentilerim vardı.

Kitabın çıkış noktası gayet güzel. Kitapta bir örgüt var. Örgüt hayalperest insanlardan oluşuyor. Bu örgüttekilere göre insanlar ikiye ayrılıyor: Gerçekçiler ve hayalciler. Dünyayı gerçekçilerin yönettiği bu yüzden de onların kurallarıyla yaşandığını iddia ediyorlar. Hayalcilerin idaresine geçen bir dünya düşleyip bunun için çalışıyorlar. Bu örgütün başına geçmesi için düşünülen kişinin de özel ve"seçilmiş" olması gerekiyor. Romanın anlatıcısı da çeşitli ispatlardan sonra bu iş için düşünülen kişi oluyor.

Bir gazete haberi ile başlayan roman ileride neler olacağının sinyallerini verdikten sonra, yüz elli sayfa boyunca anlatıcının hayatının monoton düzenine dalıyor ve tekdüzeleşiyor. Bu kısım rutinin sıkıcılığını vermek için mi bu şekilde yazıldı bilmiyorum ama bence kitabın en zayıf kısmı olmuş. Zayıf kalmasının sebebi ise sadece sıkıcı olması değil. Anlatıcı kendi iş ve sosyal hayatını, sevgililerini anlatırken sürekli klişelere başvuruyor.  Yazdığı hikayelerdeki bazı detaylar da rahatsız edici çünkü gerçek ve kurgu birbirine karışmış. Söz gelimi Geberit'in gerçek bir marka olup, kitapta ona ilişkin başka bir öykü anlatılması.

Yüz elli sayfa bittikten sonra ise hareketin ve heyecanın bir artıp bir azaldığı akıcı olan kısım başlıyor. Kitabın bu macerası bol bölümü gözümün önünde film gibi canlandı. Şahsi görüşüm bu kitabın bir senaryo olarak usta ellerde başarılı bir filme dönüşeceği yönünde. Ama hem bu bölüme hem de ilk bölüme ilişkin olarak söyleyebileceğim edebi olarak fazla tat alamadığımdır...

Not: Bu arada nasıl gözden kaçtı bilemiyorum ama kitap boyunca çiklet yazılmış; doğrusu ciklet...


12 Ocak 2012 Perşembe

Üçüncü Polis - Flann O'Brien

Gerçek adı Brian O'Nolan olan Flann O'Brien'ın(1911-1966), 20. yüzyılın en büyük romancılarından birisi olduğu  söylenmektedir. Adı İrlanda edebiyatında James Joyce ve Samuel Beckett ile birlikte anılmaktadır. İrlanda'da Valera hükümetinin tek sesli bir ulusal kimlik dayatması ve edebiyat eserleri için 1929'da çıkarılan sansür yasasının sonucu olarak edebiyatta kısıtlayıcı ve içe dönük bir ortam oluşmuştu. Beckett ve Joyce bu durum yüzünden İrlanda'yı terk ederken, O'Brien söz konusu dayatmaları fantastik öğelerle bezediği anlatıları ile hicvetmiştir. Günümüz İran sinemasındaki kısıtlamaların sonucu sembolik bir sinema dilinin ortaya çıkması gibi, sembolik bir dil geliştirmiş ve sistemi semboller kullanarak eleştirmiştir.
Üçüncü Polis, Gülden Hatipoğlu'nun çevirisi ve önsözü ile Türkçe olarak ilk kez basılan Flann O'Brien kitabıdır.

Filozof De Selby'nin eserleri üzerine çalışan anlatıcı bir gün kahyasının teşvikiyle para için Mathers isimli yaşlı bir adamı öldürür. Evine gidip para kutusunu bulmaya çalışırken de Mathers'ı karşısında canlı bir şekilde bulur ve onunla konuşur. Gerçekçi bir roman gibi başlayan Üçüncü Polis, cinayetten sonra sürreal bir zemine kayar. Anlatıcının karakola gidip oradaki polislerle birlikte yaşadıkları ise fantastik bir tablo ortaya çıkarır. Karakoldaki polislerin her bir birbirinden ilginçtir. Garip bir makine ve onun hesapları ve ayarları ile uğraşmaktadırlar. Aynı zamanda bisikletleşen insanlardan söz ederler. Odaların içlerinde gizemli eşyalar vardır. Memur Fox üçüncü polistir. Ancak kitabın sonunda sahneye çıkar. Olayların çözüldüğü noktada kısırdöngü başlar ve her şey başa döner.

Kitabı okurken hangi karakterin neyi temsil ettiğini düşündüm. Kitabın sonunda O'Brien'ın William Saroyan'a yazdığı bir mektup var. Kitabı anlatıyor ve neyi neden yazdığından bahsediyor. Mektubu okuyunca biraz hayal kırıklığına uğramadım desem yalan olur. Üzerine kafa yorduğum şeylerin cehennem etkisini güçlendirme amaçlı olduğunu düşünmek beni rahatsız etti. Daha derin olmasını dilerdim.Yine de okuması keyifli, absürd ve enteresan bir konusu var. Usta ellerde başarılı bir filme dönüşmesi de olası...