30 Ekim 2014 Perşembe

Leyla'nın Evi - Zülfü Livaneli

Zülfü Livaneli'nin okuduğum üçüncü kitabı Leyla'nın Evi (Diğerleri Engereğin Gözü: http://dopinglibaykus.blogspot.com.tr/2013/05/engeregin-gozu-zulfu-livaneli.html ve Son Ada) okuduklarım arasında en az beğendiğim daha doğrusu beğenmeyip hayrete düştüğüm bence skandal kitabı. Tiyatro oyunu da oynanan kitap, Leyla Bosnalı adında Paşa torunu yaşlı bir hanımın evinden çıkarılması etrafında yaşananları konu alırken mülkünden olmayı merkeze oturtuyor.

Bir zamanlar ailesine ait olan ve yaşanan talihsizlikler sonucu elden çıkarılmak zorunda kalınan Bosnalı yalısının müştemilatında yaşayan Leyla, yalının yeni sahipleri tarafından dolandırıcılıkla evinden atılır. Mahallelinin çok sevdiği Leyla, dışarıda kalmış ve evini geri almak üzere mücadele etmeye karar vermiştir. Mahalleden esnafın oğlu gazeteci Yusuf, Leyla'yı Cihangir'deki bekar evine götürmeye ikna eder ve buradaki insanlarla kaynaşan Leyla'nın, şimdiye dek izole bir şekilde sürdürdüğü yaşamına yeni renkler katılır. Leyla'nın anne babasının acıklı öyküsü, yalının lanetine hem de Leyla'nın tek başına sürdürdüğü yalnız yaşamına sebep olmuştur. Yusuf'un ev arkadaşı, Almanya'dan gelen asi ruhlu Türk kızı hip hopçı Rukiye (Roxy) başta Leyla'nın gelmesine karşı çıkar fakat onu tanıdıkça ona karşı hisleri değişir ve Leyla'yı çok sever. Bu arada kitaptaki kötülüğün neredeyse yegane sebebi ise yalının yeni sahipleri Ömer ve Necla çiftidir. Dolandırıcılık yapmaktan çekinmeyen acımasız iş adamı Ömer ve sonradan görme Necla, Leyla'yı dalavereyle gözlerini kırpmadan evden atıverirler. Ömer'in babası Ali Yekta bey ise başka bir yalıda uşak olarak çalışan, kaç nesildir de uşaklık yapan bir aileden gelmektedir. Ömer'i ise efendi olması için canla başla yetiştirmiş, boşandığı eşiyle giden iki kız çocuğunu sormak aklına bile gelmemiş beyefendi(!) bir insandır. Leyla'nın evine yeniden kavuşma mücadelesi sürecinde birçok insanın hayatı değişecektir. Kitap günümüzde geçmekte fakat İstanbul'un işgal yıllarına, Rukiye'nin ilk gençlik yıllarına geri dönüşler yapmaktadır.

Kitabı neden beğenmediğime gelince:
1. Her fırsatta Mustafa Kemal Atatürk'ün yaptığı devrimlere çamur atması, arkasından da yan çizip aslında aksini iddia ediyormuş gibi yapması.
2. İstanbul'a sonradan göç eden yerleşenleri alenen aşağılaması. Bu kişilerden Dağlılar olarak bahsedilmesi.
3. Kötülüğün sebebinin milliyetçi bir asker, sonradan görme çift ve Dağlılar olarak gösterilmesi, asillerin, Paşa torunlarının hep yol yordam bilen görgülü bilgili insanlar olmaları. Kısacası tespit yapma, eleştirel olma adına kitapta bol bol aşağılama yapılması.

Bir iki örnek vererek somutlaştırayım:

Sayfa 194: "Ali Yekta Bey Leyla Hanım'ın "saraylı" edasından çok etkilenmiş, heyecanlanmış, eski günleri bulduğu düşüncesine kapılmıştı. Ne de olsa böylelerine pek sık rastlanmıyordu artık. 'Hele İstanbul'u milyonlarca Anadolu köylüsü bastığından beri', diye düşündü, 'Rumeli asilzadeleri geçmişe ait birer süs haline geldiler.'"

Evet, Anadolulu olmak köylülük, ıyk iğrenç bir şey; oysa Rumeli'de doğmak, oralı olmak harika ve asilzade olmak demek. Irkçı ve elitist söylemler gırla gidiyor kitapta. Günümüz gençleri örneğin pek bir eğitimsiz, niye biliyor musunuz? Yalıda yetişip, özel hocalardan ders alamadıkları için böyle gariban kalmışlar.

Sayfa 169: "Leyla bazen, böyle bir devrimin Avrupa'da yapılıp yapılamayacağını düşünürdü. Mesela Fransa'yı bir yılda sarık takma mecburiyetine, Arap alfabesine, Şark müziğine ve Osmanlı adetlerine geçmeye zorlamak mümkün müydü?
Aklı böyle bir şeyin olabilirliğini reddediyordu ama Türkiye'de olmuştu işte."

Bunların üstüne Leyla hafifçecik bir pişmanlık hissi duyar ama şu üstte yazılanlar için değil şapka devrimiyle ilgili atıp tuttuğu için, meğer bunu Atatürk'ten hoşlanmayan tiyatrocu gençlerin hoşuna gidebilmek için söylemiş. Gururu hayattaki en önemli şeyi olan Leyla, insanlarla kaynaşmak için böyle davranmış. Ama sonra Leyla'nın bakışını öğreniriz. Mustafa Kemal'in kendi ailesinde her zaman saygıyla anıldığını okuruz hatta Atatürk'ün okul yıllarına dair bir anıyı da okuruz. Ki o da ayrı bir tartışma konusu, sanki Kurtuluş savaşı yaşanmasaydı da, Mustafa Kemal yine de Cumhuriyet'i ilan edecekti sonucu çıkaran bir anıdır bu. Burada Leyla eski dönemi temsil eden bir karakter olarak geçmişe ait olup, o dönemin değerlerinin günümüzde değiştiği verilmek isteniyor desek de ben bu verilişi o kadar iyi niyetli bulmadım. Yani bunu ifade etmenin yolu bu değil ama bu ifadenin vermek istediği başka mesajlar varmış gibi geldi bana.

Açıkçası önde olup bitene, melodram havasındaki olaylara kendinizi kaptırmak istiyorsanız tamam ama alttan alta habire tekrarlanan aşağılamalar, Türk toplumunu sınıfsallaştırmalar, şapka devriminden harf devrimine Cumhuriyet'e geçişle ilgili şikayetler okumak gerçekten rahatsız edici. Ayrıca konu olarak da çok çekici olduğunu söyleyemem, çabuk okunmasına rağmen trajik anlatıları sevmiyorum ben. Bir de kitabın sonunda olan olayı cidden çok zorlama buldum. Ali Yekta Bey'i daha farklı tanıtsa belki bir zemine oturabilirdi fakat hem çok beyefendi olarak tanıtılan, şöyle iyi böyle iyi denilen, hem de akıl almaz işler yapan bir karakter inandırıcı değildi.

Bunlar kitabın bana düşündürdükleri, karar okuyucunun...

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder